25 Mart 2012 Pazar

Çise takvimiyle bir yıl daha bitti.

Bu fotoğraf geçen sene dün akşam çekilmişti. Yurdun girişine bakan zemin kattaki odamın camına bırakılan minicik güzel bir pastayla başlayan eğlencenin sonu işte böyle pencere tepelerinde noktalanmıştı. Bunun üstüne kardeşim de odamın camı önünde bir sürpriz planlamış ve beni şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklemişti. Zaman akıp gidiyor ve bu karenin üzerinden Çise takvimiyle tam bir yıl geçti, koca bebek Çise bir yaş daha yaşlandı bugün. Sadece yaşım değil bütün hayatım değişti. Ekim bitti, aralık geliyor, daha şubat bitmedi marta çok var derken bugün de geldi ve bitti. Bu yıl diğerlerinden daha buruk, daha karışık, daha tarifsiz benim için. Her şey son bir yılda oldu: fotoğraf makinemi aldım, mezun oldum, kampüsten ayrıldım, ikinci kez Budapeşte'ye ayak bastım, yüksek lisansa başladım, yurttan sonra eve çıktım, ilk defa bir ev arkadaşım oldu, evimize tatlı bela bir kedi aldık ve kalbimin yarısını kaybettim. Üniversiteye giderken yaşadığım endişeleri düşünüyorum da, nelere takılmışım; asıl hayat kabuğumuzu kırdığımız vakit, şimdi başlıyor. Esas şimdi ne yapacağımı bilmiyorum; bir ayağım yerdeyken bir ayağım gökte. Kafamı kemiren onlarca soru, aklımı çelen yığınla olasılık, hiç durmadan gelen faturalar ve göz açıp kapayıncaya kadar gelen kira/aidat dönemleri var. Bazen ağır geliyor bu yük, hooop noluyoruz diyorum. Daha dün Anadolu Lisesi'ne girme hayali kurarken, şimdi bu noktaya nasıl ve neden bu kadar hızlı geldik anlamıyorum. Keşke çocuk kalsaydık, yine gider bakkaldan solucan jelibonlar alırdık, sınıfta gizliden gizliye taso oynardık. Platonik aşklarımızın peşinden koşardık da bu kadar acımazdı kalbimiz, hayallerimiz bu kadar derin yaralar almazdı, kalbimizin bir parçası bu kadar çabuk alıp başını gitmezdi belki de, biz de onulmaz acılarla başbaşa kalmazdık. Çocukluğu geçtim, şu fotoğrafa geri dönmek için bile neler vermezdim, her şey çok farklı olabilirdi belki de; daha mutlu, daha huzurlu, kalbi ve ruhu bütün aklı başında bir Çise olurdum. Ama zamanın her şeyin ilacı olduğuna kendimi inandırarak her yeni günün bana neler getireceğini bekleyerek avutuyorum kendimi. Bir bakarım yeni Çise yılında her şey daha güzel, hep istediğim ve inandığım gibi olur diyorum ve bir gülücük koyuyorum suratıma, mutluluk bulaşıcı olsun diye.

11 Mart 2012 Pazar

Bir Kleenex'im bile yok, anlıyor musun? Hadi bana ordan bir rulo tuvalet kağıdı kap getir !?!?

Eveeet, 2012 hastalık sezonunu açtım, hem de öyle böyle değil bayağı sağlam. Her şey iki bozuk para yüzünden oldu desem çok mu küçümserim bu durumu?

Salı günü baktım cüzdanımda para kalmamış. Sabah da ofise gitmem lazım. Ev arkadaşımdan otobüse binmek için biraz bozuk para bırakmasını istedim, yoksa sabah sabah bir de ATM'ye yürüyecektim. Sabah evdaşım kalktı, hazırlandı, evden çıkarken de mutfak masasının üstüne bırakmış bozuklukları. Ben bunları kalkınca gördüm ama aklımdan bin tilki geçtiği için orada bırakıp çıktım. Kumrular Caddesi'nden tingos tingos Güvenpark'a giderken o bozuk paraların sesini beynimde duydum bir an "çling, çling!" diye. Hal böyle olunca hemen yan sokaktan Meclis'e doğru yöneldim ve çaktırmadan insanın iflahını gevreten rampadan Atatürk Bulvarı'nı tırmandım. Tabi bu arada çoğunlukla sıcaktan bunalmış köpekler gibi ağzım açık, aklım bir karış havada ve hızlı adımlarla yürüyorum. Hatta son zamanların parmak düşüren Ankara soğuğunda atkıyı falan sıyırdım terledim diye, o derece! Neyse ofiste her şey yolunca, çay kahve içerek ısındım kendime geldim. Ancak sinsi sinsi ağlarını dokuyan hastalık ertesi gün nefes borumda patlak verdi (o nasıl oldu demeyin hiiiiiçbir fikrim yok :/) Boğazımda sanki 90 dakika boyunca Galatasaray-Fenerbahçe maçında gırtlağım sökülene kadar tezahürat etmişim gibi bir tahriş hissi ve nefes alırken nefes borumda bir ağrı ile başlayan sinsi hastalık ertesi gün daha da büyüdü ve şiş bademciklerle vurdu beni. Sabah kalkınca ofise gitmeden önce sağlık ocağına uğrayayım dedim, sonra da geçer diye vazgeçtim (hastalıkla savaşma konusunda bir Superman bir de ben zaten!). Sonraki gün eğlenceye hapşırık ve kulak kaşıntısı da eklendi ve ofisin travesti sesli hasta tercümanı ünvanını aldım.

Sonunda dayanamadım veee 4. gün doktora gittim, ki o da ayrı bir macera. Ben doktora nefes borum ağrıyor, boğazım tahriş olmuş, burnum akıyor, kulağım da kaşınıyor biraz dedim; ciğerlerimi dinledi, boğazıma baktı (gözlerimi bile kontrol etti, artık ne aradıysa :)), kulaklarıma baktı, bir sol, bir sağ.. Ve şu cümleyle hayallerim yıkıldı: "Sol kulakta bir şey yok ama sağ taraf fena. Orta kulak iltihabı var sende." Ha?! Ne?! Hö?! Bir an "Aaaaa ıııı über sert, ya müdür benim ciğerlerim fena orta kulak iltihabı nerden çıktı?" diyecek oldum, baktım adam ciddi. Bastı 1000 mg. antibiyotiği ve tüm evlerin dostu olan TheraFlu'yu (o ara düşündüm, TheraFlu, Vermidon, Majezik falan üreten firmalar yılda ne kadar kazanıyor diye :)). Bir elimde mendil bir elimde reçete, tuttum eczanenin yolunu, aldım ilaçlarımı. Akşam içtim ikisini de ama gece zırt uyan burnun tıkanmış, pırt uyan öksür köh köh, sabahı zor ettim. Hadi tamam ilk hapı aldım daha akşama iyi olurum dedim, bütün gün içmediğim çay kalmadı ama bütün gün kısık ses, sürekli hapşırık, yarı akan yarı kuruyan çeşme kıvamında bir burun ve ciğer patlatıcı şiddette öksürükten kurtulamadım. Şu an saat 23:57 ve ben pes ederek burun deliklerime birer parça tuvalet kağıdı tıkıştırdım. Ve aklıma birden Erasmus günlerim geldi.


Sene 2010. Bahar geldi, havalar ısındı, ben final dönemi aynı bu şekilde hasta oldum. Öğlen sınava giderken bir paket mendil harcadım yarım saatlik yolda, o derece. Sınava girdiğimde baktım mendilin biri geliyor biri gidiyor, ben de tuttum yine burnuma tıkaç yaptım peçeteden. Arada görenler hafiften güldü ama nedense bu sefer pek de dalgasını yapmadılar, belki Belçika'da olağan bir şeydir, kim bilir? Sonra o gün sevgili Onay'la doktora gitmiştik, hey gidi günler. Elimde bir kutu Kleenex marka virüslerin %99'unu öldüren kağıt mendil kutusuyla doktora "I think I have flu" demiştim de kadın "I can see that" demişti :)

Acaba ilaç içerek daha çok hastalanan ilk insan olabilir miyim diye düşünmüyor değilim :) Yarına da iyileşmezsem pazartesi doktorcuğuma gidip "Bana noollüyoğğ doktoğğ, ölüyor muyum?" demeyi planlıyorum :)

29 Şubat 2012 Çarşamba

Auto Reply: Out of office

Sevgili kul,

Mailini aldım ama şu an ofis dışındayım. Üçüncü cemre düşene kadar Maldiv Adaları dolaylarında hava koşullarını yönetiyor olacağım. Acil bir durum varsa biraz bekleyin, bize emanetsiniz ölmezsiniz ya.

M.

Mikail sen bizi yanlış anladın?!



Sevgili Mikail,

Sana bu e-postayı "Eyvah yine mi kar?" şarkısı eşliğinde (cidden dinliyorum bak.) Ankara'nın karlı bir sabahından yazıyorum.

Ankara'da yollar kapalı, kar tipiye vurmuş, bir parça rüzgar essin ağaçlardaki birer karış kar suratımıza tükürür gibi uçuşuyor. Okullar tatil olmuş (Hatta inanmazsın, Atalar'ın tatlı-sert inadına rağmen Bilkent bile kar tatilinde, valla!), akşama muhtemelen yine Gökçek'in tuz yalama zırvalarını dinleyeceğiz zira dün kar yeni yağmaya başladığında bile arabalar yollarda kayıyordu, şu an ana arterler ne alemde bilemiyorum. Ben burdan ofise kadar gitmeye korktuğumdan izin aldım ama birtanecik ev arkadaşım zırhını kuşanıp kendini zorlu kış koşullarına bıraktı, keşke GPS taksaydım koluna bacağına, tüm gün merak edeceğim şimdi :/

Şimdi ben bunları anlattım ya sana, merak ediyorum, sen böyle peşpeşe kar yağdırmazdın, acaba bir sorun mu oldu yukarıda diye. Evet vakti zamanında "Ah bir kar yağsa da kardan adam yapsak," falan demişliğimiz var. Hatta ben "Of keşke yılbaşında kar yağsa yaaaaa," diye iç geçirdiğimi de biliyorum ama sanki biraz dozu kaçtı gibi. Hani belki meleklerin biri elindeki haritaların yönünü değiştirmiştir falan, sen parmağını Sibirya'nın üzerine koyacakken Türkiye'nin üzerine koyuyorsundur belki, ha? Hadi kendimizi geçtik, bizim ülke geniştir biraz -sen daha iyi bilirsin tabi- doğudaki insanlar donuyor falan. Ülkeyi, şehirleri falan yönetenler de karla nasıl başa çıkılır pek bilmiyorlar, olan suçsuz vatandaşa oluyor.

Azıcık kaloriferin sıcaklığını arttırsan diyorum, pek bir mutlu oluruz aslında.

İmza,
Bir kul.

16 Şubat 2012 Perşembe

Babam güldürür de annem altta kalır mı?! :))


Son zamanlarda ailemizin üstünde esen espri rüzgarından annem de nasibini aldı. Babamın zaman zaman attığı edebi, duygulu ve sosyal içerikli mesajlardan sonra annemin attığı mesaj beni benden aldı. Mesajın şıklar içeren bir soru olması, annemin hala lise dönemlerimizin travmasını atlatamadığının da bir göstergesi :) Mesaj aynen şu şekilde :)



Sana bir soru: Hangisi Hamiyet'in kızlarıdır?
A) Çiçekleri
B) Tavukları
C) Çise ve kız arkadaşları
D) Hepsi... :D


Siz olsanız ne cevap verirdiniz? Ben A ve B dedim ama cevabı beğenmedi, dersine çalışmamışsın diye de azar işittim :D:D Çılgın kadın seviyorum seni :*

13 Ocak 2012 Cuma

Ah bu babam ♥

Günlerdir evdeki tatlı-gergin tantanamız (ev taşıma telaşı, sınavlar falan yani, yanlış anlaşılmasın) sonucu ben bu sabah teslim etmem gereken ödevi yap(a)madım. Sıkıntıdan bir uyuyup bir uyanarak, iki gülüp bir gerilerek bu akşamı da geçirdikten sonra ani ilhamlar sayesinde gecenin köründe ödevi yarıladım :) Yaklaşık 10 dakika önce telefon biiipleyince sıçradım haliyle, kim mesaj attı ya diyip heyecanlandım hatta malum sebeplerden (ihtimaller eksiye düşmüş olsa bile :(). Akşam telefonda konuştuğum ve biraz da yine serserilik yaparak ödevi ertelediğimi itiraf ettiğim babamdan gelmiş mesaj. Aslında ödev yaparken oturup blog yazmak aklımın köşesinden bile geçmemişti ama bu mesajı paylaşmadan edemedim:


Yaşamaya zaman ayır, zaman bunun için yaratılmıştır. Çalışmaya zaman ayır, başarının bedeli budur. düşünmeye zaman ayır, iktidarın kaynağı budur. Eğlenmeye zaman ayır, yaşama sevincinin kaynağı budur. Paylaşmaya zaman ayır, mutluluğun kaynağı budur. Hayal kurmaya zaman ayır, kötü olayları unutmanın kaynağı budur. Bakmaya zaman ayır, görmenin kaynağı budur. Sevgiye zaman ayır, yaşamın kaynağı budur. Çocuklara zaman ayır, zevklerin kaynağı budur. Gülmeye zaman ayır, ruhun musikisi budur. Sizi seviyorum, sağlıklı ve hoşça kalın, başarılar. Öptüm

Ben bu mesajı okuyup da cevap yazarken salondan annemin telefonundan da mesaj sesi gelince koptum :) Kardeşimin de telefonunun çaldığından hiç kuşku yok tabii ki. Son kısmı doğaçlama olmak üzere bir yerlerde bu yazıyı görüp beğendiği (internet de kullanmıyor, ben Google'da buldum ama o nerden buldu bilmiyorum valla) ve annem de burda olduğundan üçümüzü de özlediği için gecenin köründe bunu yazan babayı yemeyeyim de ne yapayım ♥ Yazdıkları aslında ne kadar da doğru, kaçımız bunlara gerçekten dikkat ediyor ve hayatın tadını çıkarıyor? Koşturmacaların arasında gözümüzün önündekini bile göremiyoruz bazen. Gece gece silkelendim valla, ödev biter bu gazla :)

4 Ocak 2012 Çarşamba

Evimize Christmas Blend girmesi şerefine!

Hazır yazmaya başlamışken o gazla gideyim dedim :) Aklımdan geçen çok şey var yazılacak, ama ne kadarını burada paylaşırım bilemiyorum, kısmet :p


Aralık ayının ortalarında bir haftada 5 kere (hatta iki seferi aynı gün olmak üzere :s) Starbuck'la haşır neşir olunca yıl sonuna özgü Christmas Blend kahvesine takmıştım kafayı. Ha o hafta 5 kere Starbucks'a gitmem bayıldığımdan değil, koşullar öyle gerektirdi diyelim ama kahvelerini, bardağını kupasını da severim hani. Yalnız bu aşırı olmayan takıntım bu sefer biraz sınırları aştı: sırf o kahveyi denemek uğruna eve kahve makinesi aldık :D Gerçi benim evde sürekli çeviri yapmamdan dolayı çay-kahve tüketimimin ve artık Nescafe'nin ötesine geçme isteğimin de bunda payı var ama itiraf ediyorum ki o kahveyi denemekti öncelikli sebebim :) Neyse ki internetten indirimli, işimizi görecek bir makine aldık, tam da yılbaşı arifesinde gelerek bize yılbaşı hediyesi oldu. Dün ben de Ereğli'den dönünce makinemizin açılışını yaptık, arkidişim Fulden'in getirdiği, Belçika'dayken ölümüne kullandığım kahve pedleriyle ilk denememizi yaptık. Acemi baristalar olarak pek başarılı değildik ama en azından ölçüsünü öğrendik.

Bugün de hedefimi gerçekleştirmek üzere Starbucks'ın yolunu tuttum, saat akşamın 10'unda (o da ayrı hikaye zaten) Telefonda bir arkadaşıma hararetli bir şey anlatıyorum, aldım bir paket kahveyi kasaya gittim. Ben bıdı bıdı bir şey anlatırken el kol hareketleriyle kredi kartımı cart diye uzatıp hemencecik alıp kaçacağı derken baristanın "nasıl çekelim?" sorusuyla biraz dumur oldum. Cevap: "Çekelim derken?" Ve o anda benim karizma yerle bir tabi; kırk yıllık kahve uzmanı havam uçup gitti, ilk kez çekirdek kahve almaya giden ezik olarak sahneyedeyim :D Tabi o anda dank etti kahvenin pakette çekirdek olduğu ve bizim kahve makinesine göre çekmeleri gerektiği. O sırada da barista sorusunun cevabını almaya çalışıyor, gelişen diyalog şu şekilde (telefondaki arkadaşım şaşkın bir şekilde bekliyor):

Barista: Yani nasıl makine kullanıyorsunuz?
Ben: Yani işte üstten koyuyoruz kahveyi, şu karafı (karaf kelimesi de gelmedi aklıma başta, sürahi diyecektim ki şükür hatırladım :D) olanlardan. (Tabi o arada el kol ayrı oynararak hayali kahve makinesine karaf yerleştiriyor bir yandan.)
Barista: Hı tamam, peki filtre metal mi kağıt mı?
Ben: Ha kağıt kağıt.
Barista (cevabı alınca kahve öğütme makinesine gidiyor, sonra cevaptan tatmin olamıyor): Kağıt, eminsiniz değil mi?
Ben: Ay tabii ki!

Artık nasıl bir kararsızlıkla kağıt filtre dediysem, siz düşünün :D Neyse yanında hediyesi varmış, bir de White Chocolate Mocca aldım ve telefon kulağıma yapışık mekanı apar topar terk ettim :) Eve girer girmez denememizi yaptık tabi; pakette yazan "Sweet, spicy, herbal" tadı artık nasıl hayal etmişsem ilk denemede beklediğim tadı bulamadım ama evimize süt almayı başarırsak çeşitlemeler yapabileceğimize inanıyorum :D

İşte bu da benim yorgun ruhumu iyileştirmek için bugünkü maceramdı, bakalım ilerleyen günler neler getirecek :)

3 Ocak 2012 Salı

Ç.I.R.B. (Çise Is Right Back)



Çok erteledim, aklımdan geçenleri iteledim durdum (neleri neleri düşündüm bir bilseniz:)). Yeni yıl, yeni bir hayat, yeni başlangıçlar dedim ve elimden geldiğince tekrar yazmaya karar verdim, takipte kalın (isterseniz tabi:))