16 Kasım 2019 Cumartesi

Moritanya Günlükleri #1


Bugün Moritanya'daki üçüncü günüm. İlk gün akşam saatlerinde geldiğimi düşünürsek aslında ikinci günüm de denebilir. İlk gün havalimanına indiğimizde saat 19.00 civarıydı. Sabah 07.00'den beri ayakta olmanın, Ankara'da bagaj ve pasaport sorunlarıyla debelenmenin ve son uçuşun 7 buçuk saat sürmesinin aptallığıyla uçaktan iner inmez yeri öpecek haldeydim! Büyükelçiliğin rezidansına gelmek, yerleşmek derken uyumak saat 23.30'u buldu. Burada saatlerin 3 saat geri olduğunu da düşünürsek epey bitik haldeydim.

Dün sabahtan kançılaryaya gitmek üzere dışarı çıktım. Çıktığımda gördüğüm manzara beni epey şaşırttı. Buranın Bakanlığın sınıflandırmasına göre F bölgesinde (yani en kötü bölge) olduğunu bilmeme rağmen bu kadarını beklemiyordum. Sağlı sollu bir ya da iki katlı binalar, tabelalarında ne yazdığı çoğunlukla anlaşılmayan dükkanlar, kaldırımsız yol kenarlarında sahipleriyle ilerleyen keçiler (köpek boyutlarında miiinnacııık, çünkü burası çöl olduğu için karton ve kağıtla besleniyorlarmış!), kesilip yolunmuş ve ortalık yerde satılan tavuklar, yol ortasında dilenen insanlar. 3-4 dakikalık yol bile neyle karşı karşıya olduğunu özetliyor aslında.

Geldiğim akşamdan itibaren burası hakkında Büyükelçimiz, eşi ve Büyükelçilik personelinden duyduklarımı ise bugün idrak edebildim. Büyükelçimizin eşiyle birlikte merkezdeki "capital" denen pazara gittik. Bilmiyorum gözünüzde canlandırabilecek miyim ama deniyorum:


Türkiye'de bir cumartesi pazarı hayal edin, ama pazarın bir ucundan diğer ucuna bakarken sağlı sollu pazarcıların tezgah açtığı o yolun, üzerinde sürekli yüründüğü için biraz sertleşmiş, plastik şişeler, ambalaj kağıtları, bilimum çöp ve hatta istiridye kabuklarıyla dolu kirli bir kumsal olduğunu düşünün ve aslında bu kumsal şehrin tam ortası. Sağda solda bir ya da iki katlı binalar, ama iş hanı gibi, katlı otopark gibi, apartman gibi değil yani. Bu kumsalın iki yanında kurulan tezgahlar, çoğunda batik yapılmış kumaşlar, dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş ikinci el kıyafetler (çamaşırdan çoraba kadar ikinci el), ikinci el ders kitapları ve daha birçok şey. Arkadaki binalarda göze çarpan bir iki terzi, dükkanların önünde dikiş makinesinde çalışan adamlar. Yürürken ellerindeki malları satmak isteyen ve yanaşan insanlar, laf atanlar, nereli olduğumuzu soranlar. Bu arada satılan şeylerin çoğu yere serilmiş şiltelerin üzerinde ve satıcılar iki seksen uzanıyor, kimisi şakalaşıyor, kimisi birbirine laf atıyor.


Birbirine paralel giden sokaklardan oluşan pazarın kimisinde boydan boya satılan batikler var. Birinde güzel bir genç kız bizimle çok düzgün bir İngilizceyle konuşuyor. İki batik satıcısı teyzeyle muhabbet ediyoruz, beni Büyükelçinin kızı sanıyor ve evli olup olmadığımı, kocamın nereli olduğunu soruyor. Sanki Türkle evli olmasam beni oğluna alacak mübarek :)



Ara sokaklardan ızgara kokusu geliyor ama pişen kırmızı et mi balık mı seçilmiyor. O sokaklara kafanı uzatınca ufak saclar, üzerinde pişen çeşitli şeyler, etrafında oturmuş gamsız ve halinden memnun insanlar. Bazı sokaklarda ağır idrar kokusu var, kimi yerde taşınacak şeyleri bekleyen eşekler, kimi köşede uzanmış dünyadan habersiz insanlar.

Aktarların olduğu bir sokağa giriyoruz. İçerde türlü otlar, kurutulmuş kabuklar, kimisinde kuru bakladan şehriyeye kadar geniş bir tahıl koleksiyonu. Kutularında cinsel gücü arttırıcı veya prostatı/hemoroidi iyileştirici olduğunu gösteren görseller olan ilaçlar ve takviyeler var. Aktar her yerde aktar gibi kokuyor ama. Birinden birkaç çeşit baharat alıyoruz. Geleneksel tıp yapılan bir yerin tabelasını görüp fotoğraf çekiyoruz, iki adım ilerledikten sonra beyaz bir amca bize neden tabelanın fotoğrafını çektiğimizi soruyor.

Burada fotoğraf çekilmesi çok yadırganıyor gördüğüm kadarıyla. Pazarda makinemi çıkarmaya cesaret edemiyorum ama biraz uzaklaşınca birkaç kare çekmek için "Risk budur," diyorum. Çektiğin kare onların hoşuna gitmeyecek bir kareyse, "Kötü şeyleri çekmesene, daha iyi şeyler çek," diyorlar. Dönüp sorası geliyor insanın, "İyi bir şey var mı ki?"

Küçük çocuklar sokak arasında koşturuyor, bitter çikolata gibi, kel kafalı. Henüz insanlarla göz teması kurmaya cesaret edemiyorum, hep güneş gözlüğü ardından. Ama karar veriyorum, bu bölgeye tekrar gelip burayı ölümsüzleştirmeliyim. Sonuçta dünyada en az ziyaret edilen 10 ülkeden birinde bir daha ne zaman çekim yapabilirsin ki?

Trafik tam bir komedi. Ankara'nın trafiğine laf ettiğime pişman oluyorum. Biraz geniş yollarda (ki onlar da hasbelkader asfaltlı) kavşak kavramı sıfır, herkes kafasına göre takılıyor. Arabalar doğal olarak çok eski ve yıkık dökük. Çoğunun yan aynası yok :) Tüm bu keşmekeşe rağmen insanlar aşırı sakin, korna duyulmayacak kadar az çalınıyor, belki kornalar da çalışmıyordur :)


Pazara girdiğimiz an gözlerim doldu. Böyle bir hayat olamaz dedim, eğer bu da bir çeşit hayatsa biz ne yaşıyoruz ya da bizimki hayatsa bu gördüğümüz ne? Aklın ve mantığının alamadığı, kalbine sığdıramadığın anlar yaşıyorsun, sıkıştıkça sıkışıyorsun. Etrafına dönüp de insanların seninle iletişim kurmasına izin verdiğinde ise meraklılar, belki fotoğraftan hoşlanmıyorlar ama sana soru soruyorlar, mallarımdan alsana diye ısrar ediyorlar. İlginç bir şekilde kalbimin sıkışıklığı insanların bu rahat halini görünce gevşiyor. Ankara'daki amirim bir lafı var "Afrika'ya ya bayılırsın ya da nefret edersin," diye. Ben galiba bayılacağım diyorum.

Burası sadece Nuakşot'un ortasındaki pazar yeri ve bu yaşadıklarım sadece 1 buçuk saatten ibaret. Varın siz bir de şehir dışını, köylerini, hiç imkan olmayan yerleri düşünün. Ben düşünemedim.

#Devam edecek#



6 Kasım 2019 Çarşamba

3 yıl


Bugün bir sürü saçma sapan şey oldu ofiste. Son bir haftadır -hatta daha fazladır- "ya sabır" çektiğim anların haddi hesabı yok. Hafta başından beri trafikte kaç ambulansa denk geldim sayamadım, karşı şeritten gelse bile tıkanıyorum istemsiz. Bu akşamsa anneme gidip oturmuşken televizyonda "Cici Babam" diye bir filme denk geldik, oturduk izledik. Son zamanlarda olur olmaz her şeye gözlerim daha çok dolar oldu. Etrafımdaki şeylere daha çok üzülür hale geldim. Ve daha bunlar gibi sana benzeyen antin kuntin başka huylarımı buldukça "Bak yine babam gibi yaptım/ettim," diyip duruyorum.  Genetik neyim var neyim yoksa kontrol ettirdim son bir ayda, maşallah bütün defolar da çocuğa aktarılmaz ki ama?!

Günler akıyor, bazen aklımda tutmak için çaba sarf ettiğim şeyler bile aklımda kalmazken olur olmaz hep 5 Kasım gecesi geçiyor gözümün önünden bir şekilde. İnsan hatırlamak istemediği bir şeyi nasıl bu kadar detaylı hatırlar? Ve ölen babasını rüyasında göremediği için kendine kızar mı?

Bugün sinirlenip delirdiğim zamanların arasında hayal ettim, son zamanlarda yaşadıklarımı anlatsam bana neler derdi diye. Muhtemelen "Hayat kısa köftehor, bunlara üzülmeye değmez," der, bir çay koyardı, bir de uydurmasyon şarkılarından patlatırdı.

Bu akşam annemin çayını içtim, şükür. Ama ara ara içimden geçmedi değil, birazdan gelir anahtar sesini duyarız diye. 3 yıl geçmiş ve ben hala kendimi inandıramamışım, ne tuhaf.

7 Mayıs 2019 Salı

Bir "kapalı diz ameliyatı" hikayesi




Geçen sene bu saatlerde üstümde sadece bir ameliyat önlüğü, ameliyathane koridorlarında ameliyat sıramın gelmesini bekliyordum. Sedyede düzgün oturamıyordum bile, çünkü sakat dizimi ne dümdüz uzatabiliyordum ne de kırarak rahat bir pozisyona sokabiliyordum. Mezbahada kesilmeyi bekleyen koyunlar gibi yattığım yerde yanımdan geçen çalışanların nerdeyse tamamının gözlerinin içine baktığımı hatırlıyorum göz teması kurabilmek için. Dönüp bakıp küçücük bir tebessüm eden bile ne kadar mutlu etmişti beni. Ameliyatı biten ve odalarına çıkarılan hastalar, temizlenen ameliyathaneler, ameliyathanelere girip çıkan çalışanlar, ameliyathane kapılarından "Postaaa" diye bağıran hemşireler (git gel işlerine bakanlara verilen bir isimdi yanlış anlamadıysam), kanlı yeşil örtüler, dezentektan kokusu, kafalarda çeşitli renk ve desenlerde kepler. Ameliyat olacak olmanın verdiği karın ağrısı ve bir yandan da merakı, ufacık bir iğneden bile tabiri caizse "it" gibi korkmak, anestezinin hangi şeklini alacağımı bilememenin karmaşası ve aneztezi alma konusundaki üstün hayal gücüm beni haftalarca delirtmişken ameliyat neredeyse bir buçuk saatte bitmişti.

İçeri alınmam, ne şekilde aneztezi almak istediğimi konuşmamız (hemen de ikna olmaya meyilliymişim), sırtıma saplanan iğne ve peşinden bacaklarıma yayılan bir sıcaklık ve beton dökülmüşlük hissi, aldığım sakinleştiricinin etkisiyle peşpeşe gelen üç aneztezi uzmanını da acayip sorularla darlamam ve sonuncusunun pes edip sorduğum soruların cevabını bilmediğini söylemesi, ameliyatı yapan ekipten duyduğum parça parça diyaloglar ("tereddüt etme devam et, bastır biraz daha" -yazar burda muhtemelen kemikte tünel açılırken asistana matkabı kendine güvenerek kullanmasını tembihlemektedır) ve sonra doktorlarla aramdaki perdeden uzanan Atatürk imzalı siyah kepiyle gülümseyince gözleri kısılan doktorumun "hadi bakalım hallettik, ama çok zorladı, futbolcu olsan kariyerin bitmiş bak," diyişi. Ameliyathaneye inerken hastabakıcı abinin sorduğu soruya boğazım düğümlendiği için dolu gözlerle bakarken, sedyede bacaklarım tutmaz halde ameliyathane koridorundan "ulan harbiden korktuğum gibi değilmiş, bu ne konfor" düşünceleriyle gülümseyerek çıkmam ve annemle kocamı şoka sokmam tahmini işte bu bir buçuk saatte oldu.

Aneztezinin ektisi geçince bir gecede içilen iki litre su, "hemşire lütfen gelsin ağrı kesici yapsın," diye ağlamam, kalçadan değil de üst bacağımın hemen yanından yapılan iğneye sesimin çıkmamasına şaşıran annem ve "gerçekten çok ağrın olmalı ki şu iğneye gıkın çıkmadı," demesi ise mevzunun pek hatırlanmak istenmeyen kısımları.

İğneden "it" gibi korkan bir insanın, "it"ler yüzünden geçirdiği bir ön çapraz bağ ve menüsküs (tek dikiş -bunu atlamayalım) onarımı ameliyatından (gerçi bir açık kalp ameliyatı değil ama işte) kesitler okudunuz. Mevzunun "it"ler yüzünden meydana geldiği kısmı bir başka blog yazısı konusu olmalı bence, o bir vicdanı mesele zira. Ben bir ameliyatın beni bir yılda nasıl etkilediğinden bahsetmek istiyorum.

Tamamen kendi sarsaklığım yüzünden yaşadığım sakatlığın ikinci bir kez yine kendi sarsaklığımla perçinlenmesiyle kendimi ameliyat masasında bulalı bugün, tam da şu sıralar bir yıl oluyor. Bir hafta yıllık izin alarak 16 Mart'ta çıktığım iş yerimden 6 Ağustos'ta yeniden gidebildim. Sanılanın aksine ameliyat sonrası gerçekten büyük meşakatler gerektiren bir ameliyat geçirdiğimi ben yaşayınca öğrendim. Ameliyata kadar işe yaklaşık 50 gün gidememek, sonrasında tam üç ay raporlu olmak, ilk 50 gün bıçak altına yatmadan bir tedavi bulmaya çalışmak, bulamayınca ameliyat için doktor arayışına girmek, ameliyattan sonra ise kan sulandırıcı iğneler ve fizik tedavi süreçleri artık hatırlamak istemediğim zamanlar oldu benim için. Ben bir de ameliyattan bir hafta sonra 39 derece ateşle tonsilit olmayı ve üstüne üstlük aşırı tertürdiyot aşkımdan ötürü ameliyatlı dizimde tentürdiyot alerjisi geçirmeyi başardım. Ha burada eklemeden geçemem, sakatlandıktan sonra evde otururken ve ameliyattan sonra kilo almanın aksine kilo vermeyi başarmış bir insanım. Ayaklandıktan sonra bu başarıyı sürdürebildim mi peki? Öhömm..

Bu süreç sana ne kattı peki, sadede gel diyenler çıkabilir muhakkak, hemen o noktaya da gelelim. Tembelliğimden, erteleme huyumdan ve benzeri tüm kötü huylarımdan arındım diyebilseydim keşke. Onlar hala bende sağolsunlar! Ama bu evde geçirdiğim dönem hayatımı gözden geçirmeme sebep oldu. Bu işi neden yapıyorum, niye 24 saatimin yarısını bu işe harcıyorum, mutlu muyum gibi sorularla kendimi kemirdim. Kendimce çeşitli çıkarımlar yaptım, ölçtüm, biçtim, etrafıma danıştım ve otuz yaşımda yaşadığım yaklaşık beş aylık süreç hayatımın gerikalanında nasıl bir rota çizmem gerektiğini gösterdi bana. Henüz tam olarak neresinden nasıl başlamam gerektiğini bilemesem de yavaş yavaş o yola girdiğimi hissediyorum.

Vicdanı boyutunu tartışmadan işin "it" boyutuna gelirsek, köpekle başına bir şey geldikten sonra bir daha onlara yanaşamayanların aksine ben köpeklere karşı bir parça takıntılı hale gelmeye başladım. Ayaklandığım zaman mahallenin köpeklerine zaman zaman mama ve su koydum, hatta bu uğurda bir gün bidondan onlara suluk yaparken iki parmağımı yarıp bir parmağımın ucunu da kıtlattım!

Başıma gelenlerden kendimi izole etme değil, daha bilinçli olma dersini çıkardım. Yaşadıklarım elbette çoğu insanın tıbbi açıdan başına gelenlerden çok daha basit ve hafif ama bunun bile bir insanın hayatında neleri değiştirdiğini göstermek istedim. En azından artık daha az panik olarak hastaneye yatabileceğimi biliyorum (Allah korusun ayhh tık tık), çevremdeki hayvanlara temkinli yaklaşmam ve sakin kalmam, korkunca salak saçma şeyler yapmamam gerektiğini, hasta/ameliyatlı yakınlarıma mümkün olduğunca daha çok ulaşmam gerektiğini öğrendim. Ha bir de kan sulandırıcı iğnenin iğnesinin değil ilacının çok pis yaktığını da!

Artık çook ufak da olsa fiziksel kabiliyetlerim kısıtlı olabilir, futbol kariyerim hiç başlamadan bitmiş de olabilir ama bunlar olmadan yoluma devam edemezdim sanırım. Benim yaklaşık bir yıllık süren sınavımın yıl dönümü bugün, başka sınavlarda görüşmek üzere!