Ben bugün değişmiş olduğumu fark ettim. Öyle böyle değil ama ciddi ciddi. Bu belki olgunlaşmaktır, belki uzun zamandır eskilerden uzak kalmaktır bilemiyorum, ama bugün fark ettim ki kafam farklı çalışmaya başlamış.
Üç gündür Ereğli'deydim. İlk gün teyze, anneanne gez derken bitti, dün de evden çıkmamıştım. Bugün babamla biraz dolanayım derken baktım etrafa farklı bir gözle, resmen eskiyi özlemiş gözlerle bakıyorum. Büyük şehir asıl yuvanı özletiyormuş, onu anladım uzun zaman sonra ilk defa. Kimimiz tatil deyince deniz-kum-güneş yapayım der (kabul ben de zaman zaman istemiyor değilim), kimimiz ne kadar az ses/insan o kadar iyi der (bunda da çoğu zaman hem fikiriz) ve yıllık izinler/tatiller/bayramlar hep tatil yerlerinde veya yurtdışında geçer.
İlk geldiğim gün 17 yaşındaki kuzenimle konuşuyoruz, teyzemle bilmem kaç gün tatil yaptığı Avşa'dan hiçbir şey anlamadığını anlattı bana. Hiç takılabileceği kimse yokmuş, geçen seneki gibi eğlenememiş, tatil olduğunu anlamamış falan. Hak verdim çocuğa, onun yaşlarında hepimiz aynı kafadaydık: tatil olsun, kalabalık olsun, akrabalar gelsin, plaja gidelim derdik. Ama diyemedim zamanla sen de benim gibi düşüneceksin diye, şu an anlamasını beklemek saçma olur çünkü. Yaz gelsin de kuzenlerimle denize gidelim, akşamları sahile çıkıp dondurma yiyelim, arkadaşlar edinelim, bir yaz aşkı bulalım diyen heyecanlı ruhlara yağmurlu havada cam önünde elinde bir kupa sade filtre kahve eşliğinde kitap okumanın verdiği dinginliği anlatmak nasıl imkansızsa, tutup bir iPod dolusu country şarkıyla deniz kenarına gitsek de ayaklarımızı çakıl taşlarına gömüp huzur bulsak demek de bir o kadar absürd. Bazen diyorum ki 'Olum senin için geçmiş', ama bir bakıyorum ki büyük şehrin yorgunluğu bu, içim falan geçmemiş, istediğim zaman tam performans çıldırabiliyorum :) Sadece bazen biraz huzur lazım "50 yaş" görünümlü 25'lik ruhlara.
Gelelim neden bugün değiştiğimi fark ettiğime. Son zamanlarda ben de izole olup sessizlikte huzur bulacağım molalar arıyordum esasen. Ama bugün uzun zamandır birlikte vakit geçiremediğim babama takılınca anladım ki şehir içinde de insan kafa dinleyebiliyormuş. Önce yolumuzun üstündeki mezarlığın önünden geçerken "Hadi girelim, başım ha örtülü ha açık ne fark eder?" dedim. Eve geldiğim zamanlarda hep mezarlığa gitmek istiyorum ama çoğu zaman vakit yetmiyor koşturmaktan, ihmal ettiklerimin yanına ekleniyor her seferinde. Mezarlığa girmek çoğunun düşündüğü gibi ürkütmüyor beni, belki de küçüklüğümden beri ailemde kaybettiklerim olduğundan, mezarlığa hep aşina olduğumdan. Ve ilk defa fark ettim ki düzenli olarak mezarlıklara gidilmeli; insanın ölümlü olduğunu hatırlaması ve sevdiklerinin bir gün alıp başını gidebileceğini kabul edebilmesi için. Dedeme, babaanneme, amcama, halama bir sonraki sefer çiçekler ekmek için söz verdim içimden.
Yolda gözüme çarpan mezarları inceledim, bazı tanıdıkları
gördüm, şaşırdım, üzüldüm. Uzun zamandır görmek istediğim bir büyüğümüzün vefat
ettiğini söylemişti dün birden hatırlayıp, göremediğime çok hayıflanmıştım.
Bugün onu toprağın altında görmek nasipmiş dedim kendime, ağlama, nasılsa
görüşeceksin ilerde.
Mezarlıktan çarşıya belki de hayatımda bir ya da iki kez geçtiğim bir ara yoldan indik. Ama sanki okul yoluymuş ya da anısı varmış gibi mutlu etti beni. O bir seferi aklımda nasıl tuttuysam resmen alıp eskilere götürdü beni. Ana yola inen merdivenlerden sarkan böğürtlenlerden yedik, yabani yemişlerden topladık, tenhada oturan çiftleri basmış olduk biraz da :D
Oradan çıkınca uzun zamandır girmediğim çarşıya girdik.
Küçüklüğümden beri babam bizi hep girişken olalım diye bir yerlere iteler
durur, ben de ısrarla korkak tavuk gibi hep yapmamı istediği şeylere itiraz
ederim kendimi bildim bileli. Bunlar basit şeyler oldu hep, yazları su/sakız
falan satmak, tanımadığın insanlarla konuşmak, pazarlık yapmak gibi. Ama benim
tanıdığım insanların yanında düşen çenem bu gibi durumlarda genelde kapalı
kalmayı tercih eder. Bugün ara yolların birine saptık, “Sana 1,5 lira vereceğim,
şu ilerdeki fırından bir tırnaklı pide alacaksın,” dedi. Hemen anladım yine
beni denemeye çalıştığını. “Normalde ne kadar ki,” dediğimde 2 lira olduğunu
söyledi. Başta yine içimde bir muhakemeye girdim, sonra kendi kendime “Bu yaşa
geldin, bundan korkmuyorsun herhalde,” dedim, girdim fırına ve 1,5 liraya bir
tırnaklı pide aldım! Yaramazlık yapmış çocuklar gibi gittim babamın yanına; o
an çocukluğuma döndüm sanki, o zamanlarda yapmam gereken bir şeyi yeni yeni
yapabildiğim için.
Çarşıdan yürüye yürüye limana, ‘mendirek’ denen kayalıklara
gittik. Ben bikinimi unuttuğum için yalnızca babam girdi denize. Ama bikinim olsaydı
normalde kayasından, yosunundan, yengecinden korktuğum o kıyıdan ben de
girerdim, o kadar kendime güvenim vardı. Küçüklüğümdeki gibi kayalıkların
arasında yosun geveleyen, en ufak kımıltıda içeri kaçan yengeçleri izlemek onca
zaman sonra resmen mutlu etti beni. Kafamı sessiz sakin dinleyeceğim bir
mekanda yiyeceğim yemekten daha çok zevk aldım kayalıklarda babamla yediğim
tırnaklı pide-keş-domates üçlüsü ve acı yeşil biber belasından. Küçük şeylerden
mutlu olurdum ama bu kadarı da fazla mı acaba?
Uzun zamandır benim hayatıma ait olan parçaları gözardı ettiğim için mi bu kadar zevk verdi bu küçük şeyler, yoksa yetişkinliğime mi erişiyorum bilemedim. Sonuç olarak bir sayfiye kasabasına gitmiş kadar huzur doldum bu üç günde. Tatil nedir diye sorgulayanlara, böylesi de oluyormuş diyorum, hem de keşke geri dönsem şimdi diye iç çeke çeke.