6 Kasım 2021 Cumartesi

Bir ağaç gibi köklü ve muazzam.

Marsilya'ya taşınalı üç buçuk hafta oldu. Kendimi zaman zaman düşünürken buluyorum, bir şey eksik gibi. Bir şey eksik tabii, aslında tam beş (5) senedir. 

Beş sene önce temmuz ayında Londra'da geçici görevliydim. Annemle, kardeşimle, sevgilimle akıllı telefonlar sayesinde her an haberleşebiliyordum ama yazları Ereğli'de olan babam o yaz da Ereğli'deydi ve Nokia 1100'ından vazgeçmediği için onu Büyükelçilik'teki telefondan arardım. Neler yaptığımı anlatır, halini hatrını sorardım. Önceki görevlerimde zaten ya Ankara'da ya Ereğli'de birlikte olurlardı, o zaman görüşmek zaten kolaydı.

Bugün fark ettim ki yurt dışındayken babama rapor vermeyi özlemişim. Ona buraları anlatmak, annemle birlikte misafir etmek, iki bira tokuşturmak, anneme, kardeşime anlattıklarımı ona da anlatmak, dertleşmek, akıl almak istiyorum. Belki şimdiye kadar zorla da olsa bir akıllı telefon aldırırdık da kafama estiğince arardım ama bunun mümkün olmadığını tekrar tekrar idrak edince çaresizlik kuyusuna düşüyorum. 

Ne zaman buluşuruz kim bilir, o zaman teknolojiye de gerek kalmaz değil mi? O zamana kadar bu ağaç bana seni hatırlatsın, kim bilir taa nerelere kadar uzanan kökleri ve rengarenk yapraklarıyla muazzam görünen dalları tıpkı sen gibi; herkese yetişen, herkesle iletişim kuran, yapabildiklerinin ve çılgınlıklarının haddi hesabı olmayan sen gibi.



6 Kasım 2020 Cuma

Bir yağmurluk, KOVİD-19 ve geçen 4 yıl


Dört beş yıldır giydiğim bir yağmurluğum var, bu yılın başında fermuarı bozuldu. Aylardır anneme tamir etsin diye verecektim ama bir türlü veremedim, bir kenarda kaldı. Terziye verip yeni bir fermuar diktirmeyi de hiç istemiyordum, orijinalliği bozulacak diye. Geçenlerde anneme bahsedince fermuar başını penseyle hafif sıkıştırırsam düzelebileceğini söyledi. Elime penseyi alıp fermuarı düzeltmeye çalışırken fark ettim ki biz o yağmurluğu annem ve babamla birlikte almıştık. Belki de bunca zaman üçümüzün birlikte benim için yaptığı tek alışverişti. Fermuarı düzeltince sanki maç kazanmışım gibi bir sevinç geldi bana.

Sonra oturup düşündüm, şu dört yıl boyunca en çok bu yıl ihtiyacım vardı babama. Annemin eli bir omzumdayken diğer omzumda da babamın elinin olmasına her şeyden çok ihtiyaç duymuştum. Mevcut koşullarda bir kere Ereğli'ye gidebilmiştik bu yıl, onda da mezarının başında bana akıl vermesini, işaretler vermesini istemiştim. 

Bir yandan da düşündüm, her yer hastalık kaynarken, tansiyonu, kalbi, KOAH'ı olan birini yanımda istemek bencillik miydi? Elbette hayatta olmasını çok isterdik ama onca hastalığı varken acaba bu dönemde uslu durup evde kalır mıydı (çünkü isyankar bir ergendi), hastalanır mıydı ("Bana bi'şey olmaaaz" diyebilirdi), yüreğimiz ağzımızda risk grubunda olduğunu tekrar tekrar anlatmak için tartışır mıydık yoksa annemle birlikte evde sakin sakin takılır, kitap okur, oyalanır mıydı? Her türlü ihtimali canlandırdım gözümde ama keşke canlı canlı tecrübe etseydik, gerekirse dalaşsaydık dövüşseydik evde kalması için be dedim. 

Sonra dedem geldi aklıma, onu da tam 17 Ağustos depreminden birkaç ay önce kaybetmiştik. Ölümün zamanı yok ama iyi ki bu depremi yaşamadı demiştik, o deprem bizi bile mahvetmişti çünkü. Bunu düşününce de iyi ki babam bu süreçle başa çıkmak zorunda kalmadı diyorum. Ya hastalansaydı, ya yoğun bakımda hiç göremeseydik, ya defnederken bile yanında olamasaydık düşünceleri kemiriyor aklımı. Demek ki böyle olmalıydı, onu kaybettikten sonra da görebilmemiz, toprağa verirken yanında olmamız, günlerce mezarlıkta yanında yatmamız gerekiyordu.

Bilemiyorum Altan, bencillik mi, acıdan kahrolmak mı bu? Bir fermuardan nerelere geldim ve geri dönemiyorum. Dört yıldır içinden çıkamadığımız bir kabus gibi, uyanamıyoruz ve sürekli çırpınıyoruz gibi ya da uyanıyoruz ama yanlış evde uyanıyoruz gibi...

16 Kasım 2019 Cumartesi

Moritanya Günlükleri #1


Bugün Moritanya'daki üçüncü günüm. İlk gün akşam saatlerinde geldiğimi düşünürsek aslında ikinci günüm de denebilir. İlk gün havalimanına indiğimizde saat 19.00 civarıydı. Sabah 07.00'den beri ayakta olmanın, Ankara'da bagaj ve pasaport sorunlarıyla debelenmenin ve son uçuşun 7 buçuk saat sürmesinin aptallığıyla uçaktan iner inmez yeri öpecek haldeydim! Büyükelçiliğin rezidansına gelmek, yerleşmek derken uyumak saat 23.30'u buldu. Burada saatlerin 3 saat geri olduğunu da düşünürsek epey bitik haldeydim.

Dün sabahtan kançılaryaya gitmek üzere dışarı çıktım. Çıktığımda gördüğüm manzara beni epey şaşırttı. Buranın Bakanlığın sınıflandırmasına göre F bölgesinde (yani en kötü bölge) olduğunu bilmeme rağmen bu kadarını beklemiyordum. Sağlı sollu bir ya da iki katlı binalar, tabelalarında ne yazdığı çoğunlukla anlaşılmayan dükkanlar, kaldırımsız yol kenarlarında sahipleriyle ilerleyen keçiler (köpek boyutlarında miiinnacııık, çünkü burası çöl olduğu için karton ve kağıtla besleniyorlarmış!), kesilip yolunmuş ve ortalık yerde satılan tavuklar, yol ortasında dilenen insanlar. 3-4 dakikalık yol bile neyle karşı karşıya olduğunu özetliyor aslında.

Geldiğim akşamdan itibaren burası hakkında Büyükelçimiz, eşi ve Büyükelçilik personelinden duyduklarımı ise bugün idrak edebildim. Büyükelçimizin eşiyle birlikte merkezdeki "capital" denen pazara gittik. Bilmiyorum gözünüzde canlandırabilecek miyim ama deniyorum:


Türkiye'de bir cumartesi pazarı hayal edin, ama pazarın bir ucundan diğer ucuna bakarken sağlı sollu pazarcıların tezgah açtığı o yolun, üzerinde sürekli yüründüğü için biraz sertleşmiş, plastik şişeler, ambalaj kağıtları, bilimum çöp ve hatta istiridye kabuklarıyla dolu kirli bir kumsal olduğunu düşünün ve aslında bu kumsal şehrin tam ortası. Sağda solda bir ya da iki katlı binalar, ama iş hanı gibi, katlı otopark gibi, apartman gibi değil yani. Bu kumsalın iki yanında kurulan tezgahlar, çoğunda batik yapılmış kumaşlar, dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş ikinci el kıyafetler (çamaşırdan çoraba kadar ikinci el), ikinci el ders kitapları ve daha birçok şey. Arkadaki binalarda göze çarpan bir iki terzi, dükkanların önünde dikiş makinesinde çalışan adamlar. Yürürken ellerindeki malları satmak isteyen ve yanaşan insanlar, laf atanlar, nereli olduğumuzu soranlar. Bu arada satılan şeylerin çoğu yere serilmiş şiltelerin üzerinde ve satıcılar iki seksen uzanıyor, kimisi şakalaşıyor, kimisi birbirine laf atıyor.


Birbirine paralel giden sokaklardan oluşan pazarın kimisinde boydan boya satılan batikler var. Birinde güzel bir genç kız bizimle çok düzgün bir İngilizceyle konuşuyor. İki batik satıcısı teyzeyle muhabbet ediyoruz, beni Büyükelçinin kızı sanıyor ve evli olup olmadığımı, kocamın nereli olduğunu soruyor. Sanki Türkle evli olmasam beni oğluna alacak mübarek :)



Ara sokaklardan ızgara kokusu geliyor ama pişen kırmızı et mi balık mı seçilmiyor. O sokaklara kafanı uzatınca ufak saclar, üzerinde pişen çeşitli şeyler, etrafında oturmuş gamsız ve halinden memnun insanlar. Bazı sokaklarda ağır idrar kokusu var, kimi yerde taşınacak şeyleri bekleyen eşekler, kimi köşede uzanmış dünyadan habersiz insanlar.

Aktarların olduğu bir sokağa giriyoruz. İçerde türlü otlar, kurutulmuş kabuklar, kimisinde kuru bakladan şehriyeye kadar geniş bir tahıl koleksiyonu. Kutularında cinsel gücü arttırıcı veya prostatı/hemoroidi iyileştirici olduğunu gösteren görseller olan ilaçlar ve takviyeler var. Aktar her yerde aktar gibi kokuyor ama. Birinden birkaç çeşit baharat alıyoruz. Geleneksel tıp yapılan bir yerin tabelasını görüp fotoğraf çekiyoruz, iki adım ilerledikten sonra beyaz bir amca bize neden tabelanın fotoğrafını çektiğimizi soruyor.

Burada fotoğraf çekilmesi çok yadırganıyor gördüğüm kadarıyla. Pazarda makinemi çıkarmaya cesaret edemiyorum ama biraz uzaklaşınca birkaç kare çekmek için "Risk budur," diyorum. Çektiğin kare onların hoşuna gitmeyecek bir kareyse, "Kötü şeyleri çekmesene, daha iyi şeyler çek," diyorlar. Dönüp sorası geliyor insanın, "İyi bir şey var mı ki?"

Küçük çocuklar sokak arasında koşturuyor, bitter çikolata gibi, kel kafalı. Henüz insanlarla göz teması kurmaya cesaret edemiyorum, hep güneş gözlüğü ardından. Ama karar veriyorum, bu bölgeye tekrar gelip burayı ölümsüzleştirmeliyim. Sonuçta dünyada en az ziyaret edilen 10 ülkeden birinde bir daha ne zaman çekim yapabilirsin ki?

Trafik tam bir komedi. Ankara'nın trafiğine laf ettiğime pişman oluyorum. Biraz geniş yollarda (ki onlar da hasbelkader asfaltlı) kavşak kavramı sıfır, herkes kafasına göre takılıyor. Arabalar doğal olarak çok eski ve yıkık dökük. Çoğunun yan aynası yok :) Tüm bu keşmekeşe rağmen insanlar aşırı sakin, korna duyulmayacak kadar az çalınıyor, belki kornalar da çalışmıyordur :)


Pazara girdiğimiz an gözlerim doldu. Böyle bir hayat olamaz dedim, eğer bu da bir çeşit hayatsa biz ne yaşıyoruz ya da bizimki hayatsa bu gördüğümüz ne? Aklın ve mantığının alamadığı, kalbine sığdıramadığın anlar yaşıyorsun, sıkıştıkça sıkışıyorsun. Etrafına dönüp de insanların seninle iletişim kurmasına izin verdiğinde ise meraklılar, belki fotoğraftan hoşlanmıyorlar ama sana soru soruyorlar, mallarımdan alsana diye ısrar ediyorlar. İlginç bir şekilde kalbimin sıkışıklığı insanların bu rahat halini görünce gevşiyor. Ankara'daki amirim bir lafı var "Afrika'ya ya bayılırsın ya da nefret edersin," diye. Ben galiba bayılacağım diyorum.

Burası sadece Nuakşot'un ortasındaki pazar yeri ve bu yaşadıklarım sadece 1 buçuk saatten ibaret. Varın siz bir de şehir dışını, köylerini, hiç imkan olmayan yerleri düşünün. Ben düşünemedim.

#Devam edecek#



6 Kasım 2019 Çarşamba

3 yıl


Bugün bir sürü saçma sapan şey oldu ofiste. Son bir haftadır -hatta daha fazladır- "ya sabır" çektiğim anların haddi hesabı yok. Hafta başından beri trafikte kaç ambulansa denk geldim sayamadım, karşı şeritten gelse bile tıkanıyorum istemsiz. Bu akşamsa anneme gidip oturmuşken televizyonda "Cici Babam" diye bir filme denk geldik, oturduk izledik. Son zamanlarda olur olmaz her şeye gözlerim daha çok dolar oldu. Etrafımdaki şeylere daha çok üzülür hale geldim. Ve daha bunlar gibi sana benzeyen antin kuntin başka huylarımı buldukça "Bak yine babam gibi yaptım/ettim," diyip duruyorum.  Genetik neyim var neyim yoksa kontrol ettirdim son bir ayda, maşallah bütün defolar da çocuğa aktarılmaz ki ama?!

Günler akıyor, bazen aklımda tutmak için çaba sarf ettiğim şeyler bile aklımda kalmazken olur olmaz hep 5 Kasım gecesi geçiyor gözümün önünden bir şekilde. İnsan hatırlamak istemediği bir şeyi nasıl bu kadar detaylı hatırlar? Ve ölen babasını rüyasında göremediği için kendine kızar mı?

Bugün sinirlenip delirdiğim zamanların arasında hayal ettim, son zamanlarda yaşadıklarımı anlatsam bana neler derdi diye. Muhtemelen "Hayat kısa köftehor, bunlara üzülmeye değmez," der, bir çay koyardı, bir de uydurmasyon şarkılarından patlatırdı.

Bu akşam annemin çayını içtim, şükür. Ama ara ara içimden geçmedi değil, birazdan gelir anahtar sesini duyarız diye. 3 yıl geçmiş ve ben hala kendimi inandıramamışım, ne tuhaf.

7 Mayıs 2019 Salı

Bir "kapalı diz ameliyatı" hikayesi




Geçen sene bu saatlerde üstümde sadece bir ameliyat önlüğü, ameliyathane koridorlarında ameliyat sıramın gelmesini bekliyordum. Sedyede düzgün oturamıyordum bile, çünkü sakat dizimi ne dümdüz uzatabiliyordum ne de kırarak rahat bir pozisyona sokabiliyordum. Mezbahada kesilmeyi bekleyen koyunlar gibi yattığım yerde yanımdan geçen çalışanların nerdeyse tamamının gözlerinin içine baktığımı hatırlıyorum göz teması kurabilmek için. Dönüp bakıp küçücük bir tebessüm eden bile ne kadar mutlu etmişti beni. Ameliyatı biten ve odalarına çıkarılan hastalar, temizlenen ameliyathaneler, ameliyathanelere girip çıkan çalışanlar, ameliyathane kapılarından "Postaaa" diye bağıran hemşireler (git gel işlerine bakanlara verilen bir isimdi yanlış anlamadıysam), kanlı yeşil örtüler, dezentektan kokusu, kafalarda çeşitli renk ve desenlerde kepler. Ameliyat olacak olmanın verdiği karın ağrısı ve bir yandan da merakı, ufacık bir iğneden bile tabiri caizse "it" gibi korkmak, anestezinin hangi şeklini alacağımı bilememenin karmaşası ve aneztezi alma konusundaki üstün hayal gücüm beni haftalarca delirtmişken ameliyat neredeyse bir buçuk saatte bitmişti.

İçeri alınmam, ne şekilde aneztezi almak istediğimi konuşmamız (hemen de ikna olmaya meyilliymişim), sırtıma saplanan iğne ve peşinden bacaklarıma yayılan bir sıcaklık ve beton dökülmüşlük hissi, aldığım sakinleştiricinin etkisiyle peşpeşe gelen üç aneztezi uzmanını da acayip sorularla darlamam ve sonuncusunun pes edip sorduğum soruların cevabını bilmediğini söylemesi, ameliyatı yapan ekipten duyduğum parça parça diyaloglar ("tereddüt etme devam et, bastır biraz daha" -yazar burda muhtemelen kemikte tünel açılırken asistana matkabı kendine güvenerek kullanmasını tembihlemektedır) ve sonra doktorlarla aramdaki perdeden uzanan Atatürk imzalı siyah kepiyle gülümseyince gözleri kısılan doktorumun "hadi bakalım hallettik, ama çok zorladı, futbolcu olsan kariyerin bitmiş bak," diyişi. Ameliyathaneye inerken hastabakıcı abinin sorduğu soruya boğazım düğümlendiği için dolu gözlerle bakarken, sedyede bacaklarım tutmaz halde ameliyathane koridorundan "ulan harbiden korktuğum gibi değilmiş, bu ne konfor" düşünceleriyle gülümseyerek çıkmam ve annemle kocamı şoka sokmam tahmini işte bu bir buçuk saatte oldu.

Aneztezinin ektisi geçince bir gecede içilen iki litre su, "hemşire lütfen gelsin ağrı kesici yapsın," diye ağlamam, kalçadan değil de üst bacağımın hemen yanından yapılan iğneye sesimin çıkmamasına şaşıran annem ve "gerçekten çok ağrın olmalı ki şu iğneye gıkın çıkmadı," demesi ise mevzunun pek hatırlanmak istenmeyen kısımları.

İğneden "it" gibi korkan bir insanın, "it"ler yüzünden geçirdiği bir ön çapraz bağ ve menüsküs (tek dikiş -bunu atlamayalım) onarımı ameliyatından (gerçi bir açık kalp ameliyatı değil ama işte) kesitler okudunuz. Mevzunun "it"ler yüzünden meydana geldiği kısmı bir başka blog yazısı konusu olmalı bence, o bir vicdanı mesele zira. Ben bir ameliyatın beni bir yılda nasıl etkilediğinden bahsetmek istiyorum.

Tamamen kendi sarsaklığım yüzünden yaşadığım sakatlığın ikinci bir kez yine kendi sarsaklığımla perçinlenmesiyle kendimi ameliyat masasında bulalı bugün, tam da şu sıralar bir yıl oluyor. Bir hafta yıllık izin alarak 16 Mart'ta çıktığım iş yerimden 6 Ağustos'ta yeniden gidebildim. Sanılanın aksine ameliyat sonrası gerçekten büyük meşakatler gerektiren bir ameliyat geçirdiğimi ben yaşayınca öğrendim. Ameliyata kadar işe yaklaşık 50 gün gidememek, sonrasında tam üç ay raporlu olmak, ilk 50 gün bıçak altına yatmadan bir tedavi bulmaya çalışmak, bulamayınca ameliyat için doktor arayışına girmek, ameliyattan sonra ise kan sulandırıcı iğneler ve fizik tedavi süreçleri artık hatırlamak istemediğim zamanlar oldu benim için. Ben bir de ameliyattan bir hafta sonra 39 derece ateşle tonsilit olmayı ve üstüne üstlük aşırı tertürdiyot aşkımdan ötürü ameliyatlı dizimde tentürdiyot alerjisi geçirmeyi başardım. Ha burada eklemeden geçemem, sakatlandıktan sonra evde otururken ve ameliyattan sonra kilo almanın aksine kilo vermeyi başarmış bir insanım. Ayaklandıktan sonra bu başarıyı sürdürebildim mi peki? Öhömm..

Bu süreç sana ne kattı peki, sadede gel diyenler çıkabilir muhakkak, hemen o noktaya da gelelim. Tembelliğimden, erteleme huyumdan ve benzeri tüm kötü huylarımdan arındım diyebilseydim keşke. Onlar hala bende sağolsunlar! Ama bu evde geçirdiğim dönem hayatımı gözden geçirmeme sebep oldu. Bu işi neden yapıyorum, niye 24 saatimin yarısını bu işe harcıyorum, mutlu muyum gibi sorularla kendimi kemirdim. Kendimce çeşitli çıkarımlar yaptım, ölçtüm, biçtim, etrafıma danıştım ve otuz yaşımda yaşadığım yaklaşık beş aylık süreç hayatımın gerikalanında nasıl bir rota çizmem gerektiğini gösterdi bana. Henüz tam olarak neresinden nasıl başlamam gerektiğini bilemesem de yavaş yavaş o yola girdiğimi hissediyorum.

Vicdanı boyutunu tartışmadan işin "it" boyutuna gelirsek, köpekle başına bir şey geldikten sonra bir daha onlara yanaşamayanların aksine ben köpeklere karşı bir parça takıntılı hale gelmeye başladım. Ayaklandığım zaman mahallenin köpeklerine zaman zaman mama ve su koydum, hatta bu uğurda bir gün bidondan onlara suluk yaparken iki parmağımı yarıp bir parmağımın ucunu da kıtlattım!

Başıma gelenlerden kendimi izole etme değil, daha bilinçli olma dersini çıkardım. Yaşadıklarım elbette çoğu insanın tıbbi açıdan başına gelenlerden çok daha basit ve hafif ama bunun bile bir insanın hayatında neleri değiştirdiğini göstermek istedim. En azından artık daha az panik olarak hastaneye yatabileceğimi biliyorum (Allah korusun ayhh tık tık), çevremdeki hayvanlara temkinli yaklaşmam ve sakin kalmam, korkunca salak saçma şeyler yapmamam gerektiğini, hasta/ameliyatlı yakınlarıma mümkün olduğunca daha çok ulaşmam gerektiğini öğrendim. Ha bir de kan sulandırıcı iğnenin iğnesinin değil ilacının çok pis yaktığını da!

Artık çook ufak da olsa fiziksel kabiliyetlerim kısıtlı olabilir, futbol kariyerim hiç başlamadan bitmiş de olabilir ama bunlar olmadan yoluma devam edemezdim sanırım. Benim yaklaşık bir yıllık süren sınavımın yıl dönümü bugün, başka sınavlarda görüşmek üzere!

6 Kasım 2018 Salı

Anjiyo iğnesi öldürmez!

İki hafta önce en yakın arkadaşlarımdan birinden bir mesaj aldım "Memleketteyiz, babam anjiyo oldu apar topar," diye. Mesajı aldığımda gece yarısıydı, elim ayağıma dolandı. Panik oldum. Daha iki buçuk ay önce bir hafta sonu birlikteydik; saatlerce yüzüyor, bisiklete biniyor, kendi ekmeğini kendi yapıyordu, dipçik gibiydi. Neyse ertesi gün anjiyonun iyi geçtiğini öğrendim, rahatladım. Hem üzüldüm, hem de iyi olduğu için çok sevindim. Arkadaşımla konuştuğum zaman ise bana söylediği şey "İlk duyunca aklıma sen geldin," oldu. Çünkü iki yıldır anjiyo olan herkes için aşırı endişeniyordum, tıpkı Kurban Bayramı'nda hastalandığı için bir anda kendini anjiyo olurken bulan anneannem için yaşadığım korku gibi.
Çünkü anjiyo öldürmüyordu; aksine anjiyo olmaktan kaçınca, iğneden ve hastaneden korkunca, kendini önce evde fenalaşırken, sonra anjiyo iğnesi yerine ambulansta adrenalin iğnesi yerken ve en sonunda ise sevdiklerin fenalık geçirmeden seninle morgda vedalaşmaya çalışırken buluyordun. Merak ediyorum -keşke sorabilsem-, acaba korkundan ötürü tedavi olmaktan kaçmak, seni ikna ederler, ısrar ederler diye bunu ailenle bile paylaşmadan ölmeyi beklemek mi, yoksa -eğer hissedilebiliyor ve görülebiliyorsa- sen toprağın altında yatarken başında evladın "burda yalnız o şimdi, üşüyordur, gidemem," diye mezarlıkta başında feryat edip çırpınırken görmek mi daha kötüdür?
Bir B12 iğnesi yerken bile aynı babam gibi evde çırpınan biri olarak diyorum ki; anjiyo iğnesi öldürmez! Sağlığınızı, özellikle de sevdiklerinizin sağlığını ihmal etmeyin. Benim son iki yılım sağlık kontrollerine birlikte gitmemize rağmen kardiyoloji uzmanının yanına tek giren babama doktorun ne söylediğini ondan dinlemek yerine raporlarına neden kendim bakmadığıma, neden söylediğine körü körüne inandığıma küfrederek geçti.
Beni duyuyorsan sana sesleniyorum, bir iğne uğruna körü körüne gittin be adam! Ve biz tam iki yıldır bir eksiğiz.


6 Kasım 2017 Pazartesi

1 yıl


Önceki gün fotoğraflara bakarken bu kareyi gördüm. Tarihi 6 Kasım 2015. Yanlış hatırlamıyorsam babam o gün Ereğli'den gelmişti, Çağatay'ın yüzündeki somurtmayı görmezden gelirsek bir araya geldiğimiz için mutluymuşuz, yine benim selfie manyaklığım tutmuş, herkese bakın diye ciyaklamışım muhtemelen.

Bu kareden tam 1 yıl sonra, 6 Kasım 2016'da babamı Ereğli'de toprağa verdik. O gün kanserden can çekişsem, kolum bacağım kırık ameliyatlı olsam acısı o gün yaşadığımız kalp acısı kadar olamaz galiba. O mezarın başında ayakta durmaya çalışmak, "Ben de ölsem de yanına koysalar," diye dua etmek hayatımda yaşadığım en büyük acıydı sanırım. Yanımda olsa gözlerini belerte belerte bakar kızardı bana, biliyorum. Ama o acının tarifi yoktu. Günlerce yanına gidip "Ya üşüyorsa, ya yalnız korkuyorsa," diye manyakça şeyler düşünüp yanına sokulup bekliyordum dakikalarca. Aklıma yatmıyordu çünkü, üşürdü orada. Kızım, oğlum, karım yanıma gelmiyor diye üzülürdü. Ölmek demek ya üşümemek, ya yalnız kalmaktan korkmamak demek değilse?

5 Kasım'ı 6 Kasım'a bağlayan geceyi düşününce sanki bir film izliyor gibiyim hala. Hacettepe'nin acil bahçesinde o gece yaşananlar ve sonrası hala film şeridi gibi geçebiliyor gözümün önünden. O acıyla nasıl bunları aklıma kazıdım hiç bilmiyorum. Ve aklıma her bir saniyesi geldiğinde gözümden bir damla yaş iniyor. Sesini unutmamak için O'nu düşünüyorum bazen, konuşmalarını aklımdan geçiriyorum. Herhangi bir durumda nasıl tepki verirdi diye tahmin yürütüyorum, şöyle derdi heralde diye O'nun sesiyle cevap veriyorum kendime. Rüyalarıma hiç girmiyor ama düşündüğüm anda sesi hep kulağımda, şükür.

Hala 28 yaşıma kadar yanımda olduğuna şükrediyorum, "Üzülme, üzüldüğü görse senden çok ağlardı, hem de hıçkıra hıçkıra," diyorum. Ama yine de ölümün her türlüsü acı veriyor, kaybettiğin insan ister uzun yaşasın ister kısa, ister hasta olsun ister sağlıklı, onun artık yanında olamayacağı hissi öyle bir boşluk ki, ben hala bana bir telefon kadar uzakmış gibi hissediyorum.

Ve zamanın göreceli olduğuna en çok da şu günlerde inanıyorum. Gözümü kapattığımda o kabus gece daha dün gibiyken üstünden nasıl 1 yıl geçmiş olabilir? Koskoca 1 yıl! 12 ay. 52 hafta. 365 gün. Ve binlerce saat. İyisiyle kötüsüyle, mutluluğuyla gözyaşıyla 1 koca yıl geçti O'nsuz. Şu 1 yılda yaşananlar mutluluğun da hüznün de, cenazenin de düğünün de, iyinin de kötünün de insan için ve insanın kontrolü dışında gerçekleştiğinin bir örneğiydi bizim için. Ama bütün iyi anlarımda da yanımda yok diye vicdan yaptım, hatta O'nsuz mutlu oluyorum diye utandım ne yalan söyleyeyim. Bir yandan da onu hep yanımda, elini omzumda hissettim.

Şu koca 1 yıldır içime en çok dokunan şey evde fenalaştığında yanında olmamaktı. O gün öğlen Avustralya'daki arkadaşımla Skype'ta konuşmuş, akşama da bir arkadaşıma gitmiştim ve ne olduysa da ben yokken olmuştu. Öğlen ben Skype konuşmamı bitirip odadan çıktığımda salonda pijamalarıyla her zamanki gibi ayaklarını altında toparlamış, kanepede otururken bana bakmıştı. Çok değişik bir bakıştı o, hem muzip, hem sevecen, hem hüzünlü gibi. Nereden bilecektim ki aslında bana veda ettiğini? O bakışın bir veda olduğunu bilsem, hayatta çıkmazdım o gün evden. Hala içimde bir sızı son anlarında yanında olamamış olmak. Bendeki son hatırası bana attığı o muzip, mahsun, hüzünlü, belki biraz da gururlu o bakış...

Huzurla uyu köftehor, seni çok özlüyoruz ama elbet kavuşacağız değil mi?

15 Aralık 2016 Perşembe

40. Gün


Bu fotoğrafın 28 Haziran'da çekilmesinin üzerinden 6 buçuk ay, babamı kaybedeli de bugun tam 40 gün oldu. Selda'nın doğum günüydü o gün, Süleyman da bizdeydi tesadüfen. Bu fotoğrafa 40 gündür zaman zaman bakıyorum, çok samimi, çok içten ve babamı dürtmeden kendiliğinden güldüğü, mutlu olduğunu hissettirdiği bir an gibi geliyor bana. Hayatta her şeyden vazgeçmen koşuluyla seni bu ana döndürebiliriz deseler sanırım bir saniye bile düşünmeden kabul ederdim.

"Çekmedi, sürünmedi, kendi istediği gibi göçtü gitti," falan diye kendimizi avutuyoruz hala, ama o metanetten çatlama hissi, yanında etten kemikten duran adamı morgda uyuyor gibi görürken öldüğünü bir türlü idrak edememe hali, okuldan işe yürürken "Dur bir telefon edeyim babama," diyip de sonra yapamayacağını bilmek ve çaresiz kalmak gerçekten tarifsiz.

Patlamalarda ya da farklı sebeplerle kılı kılına ölen onca yaşlı, genç, polis, öğrenci varken babamın bu kadar sessiz ve ani ölmesi içime bir miktar su serpse de, bu yaşımıza kadar dördümüz bir arada yaşayabilmiş olsak da yine de zaman yetmiyormuş. Insan gerçekten bencilmiş ve sevdikleri hep yanında olsun istiyormuş.

Bana "Nasılsın," diye soruyorlar her gün. İyiyim, iyi olmak zorundayım ama eksiğim-eksiğiz ve buna çare olabilecek ne bir ilaç var ne bir çare.

Huzurlu uyuyor, bunu hissediyorum, buna inanıyorum.

30 Ekim 2016 Pazar

Bu postu crosslasak da mı saklasak crosslamasak da mı saklasak?!


Başlık biraz sarsakça oldu kabul ediyorum, ama uzun zamandır yazmayınca yine bir coşku geldi bana, ne yapayım :)

Başlıktan tam anlaşılmasa da yukarıdaki fotoğraftan anlaşıldığı üzere konumuz "postcrossing". Yani Türkçesi "kartpostallaşmak" olabilir bence. İşin özeti dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir insana kartpostal atmak ve karşılığında yine dünyanın herhangi yerindeki herhangi birinden kartpostal almak. 

Bunu ciddiye alan birileri de tutmuş www.postcrossing.com diye bir site açmış. Ücretsiz üye olarak bir profil oluşturuyorsunuz, daha sonra sistemden adres talep ediyorsunuz. Sistem size bir üyenin adres bilgilerini verirken aynı zamanda sizin o gönderinize özel olarak bir seri numarası veriyor. Siz attığınız kartpostalın bir kenarına bu numarayı da yazıyorsunuz, alıcı bu numarayı sisteme girdiğinde size verilen adrese kartpostal gittiği kayda geçmiş oluyor. Sizin adres isteme hakkınız yenileniyor, karşı taraf da kartpostalına kavuşmuş oluyor. Bu sayede site üzerinden atılan kartpostalların kontrolü sağlanıyor ve göndericilerin yeni gönderimler yapabilmesi için ellerindeki adreslere daha hızlı kartpostal atması, bekletmemesi sağlanıyor. Açtığınız hesaptaki profil bölümünde kendinize ait bilgiler paylaşmanız size kartpostal atacak kişinin bir fikir edinmesine de olanak sağlıyor, ben kendim hakkında döktürdüm mesela :)

Ben başlangıçta bana verilen 5 adres alma hakkımın hepsini doldurdum,  bana da kart gelmeye başlaması için şimdi hepsine göndermem gerekiyor. İşin açıkçası ben birkaç gündür bekletiyorum :) Ama sorun bir niye diye? Ki bu da bizi bir başka noktaya getirsin: Ankara'da (daha doğrusu bence ülke genelinde) doğru düzgün kartpostal yok. "Kart" değil yalnız, o zibilyon gibi her yerde, ben "kartpostal" bulamıyorum. Küçük küçük fotoğraflardan oluşan şehir kartpostalları ya da Türkiye kartpostalları bulmak bile bence bir sıkıntı. Son dönemde güzel çizimler yaparak bunları kartpostallara aktararak bizi mutlu edebilen bir Angaralı var gerçi: A Pinch of Sketches. Çalışmalarını websitesinden (www.apinchofsketches.com) ve sosyal medyadan takip edebileceğiniz sevgili Deniz Oslu'dan önce bir de Instagram'da bir keşfim vardı:"Postcards Beyond".  Gizem Kuzu adlı bir Instagram kullanıcısının kendisine bir proje olarak başlattığı, "postcrossing" olayını kendine kendine başlatıp sonrasında bir akıma dönüştürdüğü bir hesap bu. Hatta kendi kartpostallarını kendisi çiziyordu, yazmalı çizmeli bir şeyler de okuyor olması lazım. Şimdi de yaptığı kartpostalları zet.com'da satıyor. A Pinch of Sketches gibi belirli bir konuda çalışmıyor, her telden çalıyor ama bence güzel çalışmaları var.

Bunlar güzel seçenekler olsa da kartpostal atacağım kişilerin profillerinde kendileriyle ilgili paylaştığı şeyleri de bulundurmak ve çeşitlilik sağlamak istediğimden göndereceğim kartpostalların bir kısmını (belki ilerde tamamını) kendim yapmaya karar verdim. Gittim bir kırtasiyeyi sömürdüm ve eve gerekli her malzemeyi doldurdum :) Şimdi geriye o malzemelere kıyabilme hissi ve biraz ilham gelmesi kalıyor. İlerde yaptığım kartpostalları ve bana gelen kartpostalları da burada paylaşmayı planlıyorum, artık bu blogun da biraz harekete ihtiyacı var, değil mi? :)

Bahsettiğim bu iki tasarımcıdan önce asıl bahsetmem gereken en birinci kişi aslında yazar/çizer ve kart/kartpostal yapıcı kardeşim Çağatay'dı, neyse onu sona sakladım diyelim :) Benim kendi kartpostallarımı hazırlama konusundaki kararlılığımın en büyük sebebi de kendisi. Karikatürleri, derslerde defter kenarlarına çizdiği doodle ları, her yılbaşında arkadaşlarına attığı kartları, ben yurt dışına geçici göreve gittiğimde muhakkak gönderdiği hatta pulunu bile kendisi hazırladığı kartpostalları, doğum günümde hazırladığı ve beni her seferinde kırıp geçiren dahiyane kartlarıyla kendisini yıllardır kendime örnek almaya çalışyorum ama henüz başaramadım. Bu sefer olacak ama inanıyorum! :)

12 Nisan 2015 Pazar

Bir gün bir çocuk varmış, iyi ki varmış!

Hey Sen,

Bir sohbet ortasında tanımadığın birinden bahsedilirken işin içine biraz detay girince o kişiyi hayal eder misin? Ben çoğu zaman ederim, genellikle de kafamda canlanan profilden farklı birisi çıkar karşıma, "Yine tutturamadım bee!" derim bir de, hayal gücüm fazla canlı sanırım :)

Nedendir bilinmez senden bahsedilince hiç kafamdan bir insan profili geçmedi. Sarışın mı, uzun mu, şişman mı diye düşünmedim. Sanırım konuşmalarda sadece ismin geçtiği içindi, seni kafamda hayal edecek hiçbir ipucu vermemişti arkadaşlarımız :) Belki de o sebeptendir ki seni ilk gördüğümde sadece isminden dolayı tepki verdim sana, gülüştük ve orada bitti. Kafamda canlandırdığım biri olsan sapık gibi seni incelememden rahatsız bile olabilirdin :)

Seni o kadar tanımıyormuşum ki yazdığın yorumu beğenirken kimin yorumunu beğendiğimi fark etmemişim bile. O gün bana "Kimin yorumunu beğendiğine bakmıyor musun sen?" diye sorduğunda bir an durup düşünmüştüm, gerçekten de haklıydın. Hala bile aklıma geldikçe şaşırıyorum. Ben ki aklıma gelen her ismi araştırırken, yorumunu gördüğüm kişilerin profillerine bakarken senin yorumunu hiç sorgulamadan, "Kim bu yahu," demeden beğenmişim. Zaten her şey de bu şapşallığımdan sonra başlamadı mı?

Önce bir kebapçıda koca bir güruh halinde otururken boş tabakların, çay bardaklarının, peçetelerin arasından sırıtan fotoğraf makineni sevdim. "Anaaa bu kimin makinesiii?" diye hem atlamak istedim, hem de "Ya sahibi benim gibi makinesine herkesin saldırmasından hoşlanmıyorsa?" diye bir bakındım etrafıma. Meğer sahibi hemen yanımda oturuyormuş (Bak hala o kadar tanımıyorum seni :)) Sonra gösterdiğin fotoğrafları sevdim. Astımın olmasına rağmen o gaz bulutunun içinde koşturabilmeni sevdim. Önce gazdan, sonra limondan yanan gözlerine, içine oksijen çekebilmek için debelenen ciğerlerine üzüldüm sonra, "Keşke kendini zorlamasaymış," dedim. Sanırım bir de o zamandan sonra bir daha o kadar uzun göremediğim sakallarını sevdim.

Neredeyse hiçbir fikrinin olmadığı, hayatını üstüne planlamadığın bir şehri sevebilmek için çırpınışlarını sevdim. Farkında olmadan Ankara'da yapılabilecekleri bir çırpıda sayınca kendime güldüm bir de :) Gerçi bir dönüp baksak o saydıklarımın neredeyse hiçbirini yapmadık hala, değil mi? Bir zaman geçtikten sonra da önce caddeleri sokakları ismiyle söylediğimdeki çıkışlarını, sonra da o cadde ve sokakları sanki kırk yıldır biliyormuşçasına isimleriyle cümle içinde kullanabilmeni sevdim. Demek ki insan ummadığı bir şekilde alışabiliyor her şeye.

Evimde kedim olduğunu söylediğimde önce sanki hiç sevmezmişsin gibi "Iyy kedi mi?" deyişini, birkaç cümle sonra ise tam tersini gösterip kedilere bayıldığını söylemeni sevdim. Bir de daha hayatıma henüz girmemişken kedimin doğum günü için aldığın hediye var ki, onu gördüğüm anki duygularımı bir ben biliyorum.

Daha birbirimiz hakkında ne düşündüğümüzden emin bile değilken yan yana oturup polisli dedektifli dizi izlemeyi, elimizdeki meyve kurularını yerken ben birini sevmeyince bendekini eline tutuşturup senin elindekini kapmayı sevdim. Aslında ben de o gün dedim ki kendi kendime, "Bu adam benim sevgilim değilken bu kadar samimi hissedebiliyorsam, bir şey var demektir."

Beni dolabının önüne oturtup çekmecendeki ıvır zıvırlardan bir antika koleksiyoncusu edasıyla teker teker bahsetmeni sevdim. Ama bir de o yoyolar var ki, onları 5 yaşındaki oyuncak uzmanı çocuklar gibi gururla gösterip, hepsini tek tek anlatmanı ve bundan çok mutlu olduğunu gözlerinde görmeyi sevdim. İlk defa birinden yoyoyla nasıl oynandığını öğrendim, daha da önemlisi yoyoyu hayatımdan çıkaramayacağım bir obje haline getirdin.

Sevgini ulu orta, hatta bazen gizli kapaklı bile olsa belli edememeni sevdim. "Bugün çok güzel olmuşsun, hadi bu da yeter artık sana," demenin bile nasıl kocaman bir sevgi sözcüğü olduğunu anladım zaman içinde.

Yan yana otururken beni kendine çekip sarılırken beni yamuk yumuk hallere sokmanı sevdim. Biri yandan çekip sarılınca düzgün oturamıyorsun haliyle :)

Saçlarındaki beyazları sevdim. bir buçuk yılda artmış olması "Bu çocuğun saçlarını ben mi beyazlatıyorum ki?" diye sorgulamama sebep olsa da seviyorum işte.

30 saniyede bir "Elini çeeeek!" diye böğürmeme sebep olsa da zırt pırt kaşını, bıyığını yolmaya çalışmanı sevdim. Bunun sevilecek bir yanı da yok halbuki ama sen yapıyorsun sonuçta.

Ben araba kullanırken dışarıdan bakıldığında aşırı sakin görünmeni sevdim. Tamam kendini içten içe kemirdin, sonra da patladın ama bir aceminin yanında panik atak birinin oturması da faydalı bir şey değil yani:)

Yanaklarındaki o iki koca gamzeyi sevdim. Hatta bir de kıskandım, bende niye yok diye :)

Birlikteyken, birilerinin yanındayken ya da beni tanıştırırken bana "Hatun" demeni sevdim. Alışkın olduğum bir hitap tarzı değil, belki bazen biraz ağır kaçıyor ama mıçmıç sevgi sözcüklerinden iyi bence. Tek sevmediğim yönü bu hitaba karşılık bulamamam. "Bey" falan demek lazım, o da gitmiyor ortalık yerde :) Bir de "Hatun" benim ismimmiş gibi kalabiliyor peşinden ismimi söylemeyince, o da komedi :)

Dışarıda bir şeyler yaparken "Bu sefer ben ödüyorum," dediğimde karşı çıkmamanı sevdim. Bu bazı kızlar için tuhaf ama benim için önemli.

Kargacık burgacık yazını sevdim. O güzel ellerin daha güzel yazması gerekirdi bence ama en azından karakteristik bir yazı çıkıyor ortaya, ayırt etmesi kolay :)

Birlikte geçiremediğimiz hafta sonlarında her dışarı çıkışında "Hatun ben evden çıktım şimdi nereye gitsem?" ya da "Hatun ben acıktım ya ne yesem?" diye beş dakikada bir aramanı sevdim. Ben diyim hazıra konmak, sen de de kararsız kalmak ama sonuçta hep iletişim halinde kalmayı tercih ediyorsun ve genelde ben ne önerirsem oraya gidip önerdiğim şeyi yiyorsun :)

Kararsız kalmalarını sevdim. Hatta iki kararsız yan yana bakışıp ortak bir karara varamamızı daha çok sevdim. Her seferinde kalakalıyoruz ama bir sonuca varıyoruz nasılsa.

Koluna taktığın şans bilekliklerini, bitince yenisini bulmak için debelenmelerini sevdim. Hatta bir de o bilekliklere gidip nazar boncuğu bulmaların var ki görmeye değer :)

Bir sebepten sana kızıp surat yaptığımda sakin kalabilmeni, ben geri adım attığımda ya da niye kızdığımı açıkladığımda tepkilerime/açıklamalarıma hep olumlu bir yorum yapmanı sevdim. Ne zaman "Ben de kızdım ama olsun, bunu açık bir şekilde söylemeni beğendim," desen, "Ulan ben bu çocuğa kızmıştım ama şimdi yine yelkenleri koyvercem yaaa," diye kendi kendime söylenirken buluyorum kendimi.

Elinden her işin gelebilmesini sevdim. Bir de "Sen yaparsın ki bunu," dendiğinde gazı alıp uçman var ki :) Mutfakta da, el işinde de, tamiratta da bir fikrin olması güzel şey.

Sonuç olarak seviyorum arkadaş. İyisini de, kötüsünü de, komiğini de her türlü seviyorum. Neden seviyorum diye sorgulamıyorum, iyi ki de seviyorum diyorum. Tesadüfleri de seviyorum hatta. Etrafımda onca insan varken sen tut, Ankara'ya gel, gelir gelmez de benim hayatıma gir (ya da ben senin hayatına da girmiş olabilir tabii bilemiyorum :)) Sonra gel de tesadüf güzel şey deme.

Bunları "Bayram değil seyran değil," hesabı aklımdan geçtiğinde yazmıştım ama paylaşması bugüne kısmetmiş. Bugün bir buçuk yılı devirdik birlikte, şaka maka zaman hızlı geçiyor, değil mi?

İyi ki varsın, iyi ki hayatıma girmişsin. Her şeyde bir hayır vardır derim ben hep, sen de bir şekilde geldin, tuttun elimden. Birinin yaralarına ilaç olmak, hayata yan yana, el ele, gönül gönüle devam edebilmek böyle bir şey olsa gerek, ne mutlu bize <3