6 Kasım 2017 Pazartesi

1 yıl


Önceki gün fotoğraflara bakarken bu kareyi gördüm. Tarihi 6 Kasım 2015. Yanlış hatırlamıyorsam babam o gün Ereğli'den gelmişti, Çağatay'ın yüzündeki somurtmayı görmezden gelirsek bir araya geldiğimiz için mutluymuşuz, yine benim selfie manyaklığım tutmuş, herkese bakın diye ciyaklamışım muhtemelen.

Bu kareden tam 1 yıl sonra, 6 Kasım 2016'da babamı Ereğli'de toprağa verdik. O gün kanserden can çekişsem, kolum bacağım kırık ameliyatlı olsam acısı o gün yaşadığımız kalp acısı kadar olamaz galiba. O mezarın başında ayakta durmaya çalışmak, "Ben de ölsem de yanına koysalar," diye dua etmek hayatımda yaşadığım en büyük acıydı sanırım. Yanımda olsa gözlerini belerte belerte bakar kızardı bana, biliyorum. Ama o acının tarifi yoktu. Günlerce yanına gidip "Ya üşüyorsa, ya yalnız korkuyorsa," diye manyakça şeyler düşünüp yanına sokulup bekliyordum dakikalarca. Aklıma yatmıyordu çünkü, üşürdü orada. Kızım, oğlum, karım yanıma gelmiyor diye üzülürdü. Ölmek demek ya üşümemek, ya yalnız kalmaktan korkmamak demek değilse?

5 Kasım'ı 6 Kasım'a bağlayan geceyi düşününce sanki bir film izliyor gibiyim hala. Hacettepe'nin acil bahçesinde o gece yaşananlar ve sonrası hala film şeridi gibi geçebiliyor gözümün önünden. O acıyla nasıl bunları aklıma kazıdım hiç bilmiyorum. Ve aklıma her bir saniyesi geldiğinde gözümden bir damla yaş iniyor. Sesini unutmamak için O'nu düşünüyorum bazen, konuşmalarını aklımdan geçiriyorum. Herhangi bir durumda nasıl tepki verirdi diye tahmin yürütüyorum, şöyle derdi heralde diye O'nun sesiyle cevap veriyorum kendime. Rüyalarıma hiç girmiyor ama düşündüğüm anda sesi hep kulağımda, şükür.

Hala 28 yaşıma kadar yanımda olduğuna şükrediyorum, "Üzülme, üzüldüğü görse senden çok ağlardı, hem de hıçkıra hıçkıra," diyorum. Ama yine de ölümün her türlüsü acı veriyor, kaybettiğin insan ister uzun yaşasın ister kısa, ister hasta olsun ister sağlıklı, onun artık yanında olamayacağı hissi öyle bir boşluk ki, ben hala bana bir telefon kadar uzakmış gibi hissediyorum.

Ve zamanın göreceli olduğuna en çok da şu günlerde inanıyorum. Gözümü kapattığımda o kabus gece daha dün gibiyken üstünden nasıl 1 yıl geçmiş olabilir? Koskoca 1 yıl! 12 ay. 52 hafta. 365 gün. Ve binlerce saat. İyisiyle kötüsüyle, mutluluğuyla gözyaşıyla 1 koca yıl geçti O'nsuz. Şu 1 yılda yaşananlar mutluluğun da hüznün de, cenazenin de düğünün de, iyinin de kötünün de insan için ve insanın kontrolü dışında gerçekleştiğinin bir örneğiydi bizim için. Ama bütün iyi anlarımda da yanımda yok diye vicdan yaptım, hatta O'nsuz mutlu oluyorum diye utandım ne yalan söyleyeyim. Bir yandan da onu hep yanımda, elini omzumda hissettim.

Şu koca 1 yıldır içime en çok dokunan şey evde fenalaştığında yanında olmamaktı. O gün öğlen Avustralya'daki arkadaşımla Skype'ta konuşmuş, akşama da bir arkadaşıma gitmiştim ve ne olduysa da ben yokken olmuştu. Öğlen ben Skype konuşmamı bitirip odadan çıktığımda salonda pijamalarıyla her zamanki gibi ayaklarını altında toparlamış, kanepede otururken bana bakmıştı. Çok değişik bir bakıştı o, hem muzip, hem sevecen, hem hüzünlü gibi. Nereden bilecektim ki aslında bana veda ettiğini? O bakışın bir veda olduğunu bilsem, hayatta çıkmazdım o gün evden. Hala içimde bir sızı son anlarında yanında olamamış olmak. Bendeki son hatırası bana attığı o muzip, mahsun, hüzünlü, belki biraz da gururlu o bakış...

Huzurla uyu köftehor, seni çok özlüyoruz ama elbet kavuşacağız değil mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder