9 Eylül 2025 Salı

Dört Yılın Özeti.final.final.son1.docx

Dört yılın özeti: 975 iş günü, 3 resepsiyon, 3 Türkiye seyahati, 16 ülke, 1 kaybedilen kedi, 12 fotoğraf çekimi, 8 trombosit bağışı, 4 kan bağışı, 2 plazma bağışı, 2 izlenen kamyon yarışı, 15 partide ağırlanan toplam 24 misafir, farklı zamanlarda birlikte çalışılan 28 personel, 1 trafik kazası, 1 polis çevirmesi, 1 hırsızlık, 2 araba arızası, 20’ye yakın trafik ve park cezası (hepsini sayamadım bir noktadan sonra gözüm seğirdi), 1 arabayla tek başına uzun yol seyahati (1300km), sayısız noter, pasaport, kimlik, tebligat, e-devlet şifresi ve bilumum evrak işlemi, havalimanı / Monako/ Nice ve civar köylerine seyahat rekoru, 1 yaz olimpiyatı, 1 Olympic Marseille maçı , 9 sanatsal aktiviteye katılım ve saçlarımda artan sayısız beyaz. 

Geçen dört sene içinde yaşananları rakamlara vurdugumuz zaman her şey ne kadar da renkli görünüyor, değil mi? Dönüp bu rakamlara baktığım zaman başardıklarımı görüyorum, “Aferin kız,” diyip bir sırtımı sıvazlıyorum yalan yok. Ancak arka planda kimine göre hafif sayılan ama beni yerden yere vuran zihinsel yükler vardı epeyce. Kimi zaman başarılarımı gözüm görmedi, kimi zaman bir kahve koyup balkonumda beni her maç günü delirten stadyuma bakarken bile ufak mutluluklar hissetmeyi öğrettim kendime. 


Sonuç olarak, hayal kırıklıklarımı yüklenip en mutsuz ve memnuniyetsiz halimle geldiğim bu şehirden, döndüğüm için çok çok üzülerek ayrılıyorum. 


Beni evimde gibi hissettiren, her derdime koşan, benimle gülen benimle ağlayan benimle eğlenen, benimle Serdar Ortaç dinleyen, cinnetdaşlarım iş arkadaşlarıma hep müteşekkir kalacağım. Hep söylerim, onlar olmasa üç ayda dönebilirdim. 


Neredeyse hiçbir zaman bize kodlanmış Fransız ukalalığını tecrübe etmedim. Bilen herkes İngilizce konuştu, bilmeyen de itinayla *rzına geçtiğim Fransızcamla beni sakince dinledi. Beni merak eden, endişelenen, arayan soran çok güzel Fransızlar tanıdım. Adımı hatırlamasalar bile “Konsoloslukta çalışan kız” olarak anıldım. Veterinerinden bankacısına, gümrük memurundan doktoruna komşusuna neredeyse bir gün bile problem yaşamadım. Fransızca okumama rağmen Fransa’ya hiçbir ilgim yokken bana burayı kalpten sevdirdiler, hem şaşkın hem mutluyum. 


Gelmeden önce haritada yerini bilmediğim, şimdiyse navigasyonsuz araba sürdüğüm, canımın bir parçasını topraklarına emanet ettiğim, serseri stilini hiç yadırgamadığım ve üstüne şahsi serseri stilimi eklediğim, bana çok güzel arkadaşlar katan, denizinde donduğum güneşinde yandığım, lavanta tarlalarında zeytin bahçelerinde çekim yaptığım, köy yollarında kendimi kaybettiğim, trafiğine sövdüğüm ama günün sonunda ucundan köşesinden artık ait hissettiğim, aşk ve nefret ikileminde beni yerden yere vuran aynasızların başkenti serseri Marsilya, vedalaşmıyoruz ama şimdilik hoşçakal. Daha evi kapatmadık!


15 Haziran 2025 Pazar

Hoşçakal canımın içi.

Bu mektubu yazmak o kadar zor ki... 

Löp'üm, Löpüdük'üm,


Seni bulduğumuz zamanlar aklımda biraz bulanık. Sanırım 30 Ağustos sabahıydı, apartmanın bahçesine bakan evimizden yan apartmanın bahçesinde bekleyen bir kadın gördük yanında ufak bir sepetle. Mahallenin çocukları doğum yapan bir kedinin yavrularıyla oynamış, anne de yavrulara bakmak istemiyormuş, bebekleri, yani sizi, sepete koymuşlar ve ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Anneme "n'olur biz alıp bakalım" bakışları attığımı hatırlıyorum. Ondan sonrası "roller coaster". Elimizde biri siyah beyaz sen, diğeri sarı beyaz kardeşin on günlük iki kedi, iki saatte bir beslemeler, tuvalet yaptırmalar, evde Feriş'in memnuniyetsiz tavırları. Geceleri kutunuzu yatağıma alıp yatardım, bazen uykumdan sizi yatakta dönerken ezmişim gibi panikle uyanır, yorgandaki desenleri önce siz sanıp sonra yorgan deseni olduğunu farkedip geri yatardım. Öğle arasında iki gidiş iki dönüş toplam dört otobüse binip besleme yapıp dönerdim, tabi sen bunları hatırlamıyorsun.

Birkaç gün size baktıktan sonra 1-2 günlüğüne şehir dışına çıkmam gerekti ve ben yokken ikiyken üç oldunuz. Annenizin reddettiği bir kardeşiniz daha bulununca bizimkilerin yanına almışlar. Döndüğümde evde üç belaydınız: Rafadan, Lop ve Cıvık.

Tam da o sıralarda bahçede sizi arayan, annesi kedilerden çok korktuğu için bahçede beslemek isteyen bir komşu kızımızla tanıştık: Zeynep Ablan. Şimdi annesinin korkusunu yenmesiyle evinde çok tatlı bir kedisi olan ve veterinerlik okuyan güzel bir genç kız olan Zeynep, o dönem bizimle size bakmaya başladı. Hatta sizi bulduktan bir iki hafta sonra Ramazan Bayramı'ydı ve ben sizi bırakmamak için Ereğli'ye gitmeyip Ankara'da kalmaya karar vermişken, Zeynep bunun babamla geçireceğim son bayrama vesile olacağını bilmeden size bayramda bakmayı teklif etti. Sizinle geçirdiği bir haftada yememiş, gezmemiş,  annesinin evde sizin fare gibi gezindiğini gördükçe hoplayıp zıplamalarına aldırış etmeden öyle güzel büyütmüş ki, döndüğümüzde şok olmuştum. 

Başlangıcı böyle aksiyonlu olsa da sonra zaman hızlı aktı tabii. Rafadan ve Cıvık'ı bakanlıktan iki farklı kişiye sahiplendirdim. Seni de o dönem okuduğum Hungaroloji bölümünden bir arkadaş istedi. Adını Macarca "Árpád" koydu, sana tokalaşmayı, top atınca geri getirmeyi öğretti. Bir süre sonra ara tatilde ailesinin yanına giderken biz sana onun evinde bakmak yerine İsmail'in arkadaşımız Şükrü'yle birlikte yaşadığı eve götürdük. Bekar evinin yıldızı olmuştun. Arkadaşımın tatilden dönmesi uzayınca, İsmail'le Şükrü seni geri vermek istemedi ve sen evin demirbaşı oldun. Evden mi kaçmadın, bavullara mı işemedin, her türlü serserilik sendeydi. Eve bir de ev arkadaşınız Sunal gelince takım tamamlanmıştı.


Zaman geçti, biz evlendik. Feriş evde bir kedi daha istemiyordu. Biz o aralar yine bahçede hasta Mükremin'i bulduk. Feriş annemde kalırken biz Mükremini tedavi etmek içi eve aldık. Sen de Şükrü ve Sunal'la çılgın bekar hayatına devam ettin. Sonra Şükrü'nün dünyanın diğer ucuna tayini çıktı, seni götürmesi imkansızdı. Bizim yanımıza geri döndün. O dönem aklımda biraz silik, tez yazmaya çalışırken size yetişmek imkansızdı. Mükreminle inişli çıkışlı bir ilişkin vardı. Yaklaşık bir-bir buçuk yıl sonra Şükrü Ankara'ya dönünce seni onun yanına yeni bir eve gönderdik. Sonrasında Şükrü evlendi ve yine evcil hayvan götürmesi sıkıntılı bir yere tayini çıktı. Mükremin'le sürekli dalaştığınız için seni güzel bir eve göndermek istedim ama sonrasında hem isteyen çıkmadı hem de el bebek gül bebek büyüttüğüm çocuğumu başkalarına verme fikri beni huzursuz etti ve sen bize geri döndün 2021'de. Mükremin'le daha iyi anlaşır bile olmuştun. Zaten sonrasında hoop kendimizi hep birlikte Fransa'da bulduk. Size Fransız pasaportu verdiklerinde ne kolay oldu demiştim, keşke biz de böyle pasaport alabilsek.


Seninle hayat hep aksiyonluydu, ya gardrop tepesindeydin, ya açılan panjur sesine koşup balkona çıkmak isterdin. Ankara'daki evimizde de hep buzdolabının tepesindeki leğende uyurdun da seni arardık sürekli. Akşamları canın istediğinde gelip kendini zorla sevdirirdin, elimde örgü mü var bilgisayar mı aldırış etmez kafanı elimin altına sokardın. Ne zaman yatağa gitsem muhakkak benimle gelirdin, kah yanı başımda, kah ayak ucumda ama hava ısınınca gardrobun tepesinde uyumayı, sabahları bana ordan mayışık mayışık bakmayı severdin. Gardrobun tepesinden bacaklarıma, kafama atlamışlığın bile var. Bir gün eve giren bir karton kutuyu öylesine benimsedin ki çalışma masasındaki yerin hep o kutunun içiydi. Gecenin köründe evde depar atmaların, hızını alamayıp Mükremin'le tepikleye tepikleye oynayışın, mutfağın tuvaletin kapılarına atlayıp açmaların, evin kapısını açınca koşarak kapının önüne çıkmaların, yangın merdivenlerinde şapşal şapşal gezmelerin ve her kapalı kapıyı bizim ev sanışın... Bazen bunları yaramazlık olarak düşünürdüm ama keşke hala bizimle olsaydın da bunların hepsini severek yapsaydım.

İki gün önce aniden fenalaştın. Önce testlerden diyabetin var sandık, sonra gece kötü olmaya devam edince başka bir kliniğe yatırdık. Ordaki ultrasonda bağırsağında bir tıkanıklık görüldü. Acilen ameliyat oldun ama neden bilmiyorum vücudun buna dayanamadı. Anesteziden yarı uyanmış bir şekilde biz seni severken kafanı bize çevirip gözlerini açışının ölüm öncesi veda olduğunu bilsem seni hiç bırakmazdım bebeğim. 

Tek tesellim biz yanındayken, seni severken son nefesini vermendi. Senin gibi hareketli, yaramaz ve pamuk kalpli bir çocuğu o masada o heybetiyle nefes almazken bırakmak kalbimi kızgın yağlara sokup çıkarmak gibiydi. Seni 48 saat içinde aniden kaybetmek benim için tarifsiz bir acı. Yokluğuna nasıl alışacağımı bilmiyorum. Sürekli kulende uyuyormuşsun gibi, gardroptan atlayıp yanımıza gelecekmiş gibi, çalışma odasında seni kutunda uyurken bulup göbeğinden öpecekmişim gibi, Mükremin'e ödül maması verirken "dur bakayım o neymiş" diye gelecekmişsin gibi. 

Bilemiyorum, o pembe burnun, o pespembe parmakların, o ipek tüylerin, pofidik göbüşün yokluğuna nasıl alışacağım. Mükremin için güçlü kalmam gerektiğini biliyorum, ki o da sersem gibi zaten ama kalbimin yarısı sökülüp alınmış gibi, sanki bu bir şakaymış, klinikten arayıp "gelin kedinizi alın" diyeceklermiş gibi.

Ben özellikle son 4 yılını gurbet elde baş başa geçirdiğimiz, üzüntüme, stresime, mutluluğuma ortak 9 yıllık yoldaşımı, elimde büyüyen, gözümden sakındığım bebeğimi kaybettim ve bununa nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum.

Seni çok çok çok seviyorum Löp ve bence sen de bunu biliyordun. Eminim ki cennet bahçelerinde sınırsız koşuyor, kendine şimdiden arkadaşlar bulmuş eğleniyorsun ve ben bir gün seninle o cennette kavuşmak için gün sayıyor olacağım.

Hoşçakal canımın yarısı.

Annen, ablan, sahibin, ev arkadaşın, kölen, yoldaşın,

Çise.



16 Ekim 2024 Çarşamba

Son üç yılın çetelesi: Yıkılmadım oturuyorum

Resim: Anlatmaya gerek yok görüyorsunuz.

Bugün Başkonsolosluk’taki dördüncü yılımın ilk günüydü. İlk yıllarda sevimsiz bir rabat-joie* olarak geçirdiğim günlerim yerini alışkanlıklara bıraktı sanırım. Marsilya’nın sürekli farklı bir şeyinden şikayet ederken, bir noktadan sonra galiba bütün saçmalıklarına alışmaya başladım. Kendine özgü bir hayat tarzı, hiç durmayan şehir hayatı, Türkiye’yi kesinlikle aratmayan keşmekeş trafiği, kendine has aksanı ve Marsilyaca sözlüğü çıkaracak kadar zengin bir argo/deyim/kelime dağarcığı olan, plaka kodu olan 13’le bana 13’ü sevdiren bu itlik puştluk serserilik şehrine karşı olan aşk ve nefret karışımı hissiyatlarımla şu an kesseniz kanım mavi-beyaz** akabilir (yersen!).


Şehre alışma kısmını geçersek, günlerim her gün istisnasız Türkiye’deki cinayetlere, depremlere ve alınan saçma kararlara üzülmek ve sinirlenmekle, kâh Marsilya ve Fransa’da yapılan grevleri ve gösterileri anlamaya çalışmakla, kâh iş stresiyle boğuşarak cinnet geçirmekle geçti. Fakat her ne olursa olsun burada yaşamanın bana verdiği keyif zamanla arttı. Fırsat buldukça gezdim, misafir ağırladım, kafamın kaldırdığı ölçüde atölyelere, buluşmalara katıldım. Hala iyi değil dediğim Fransızcamın aslında ilerlediğini tekrarlı gittiğim etkinliklerle anladım. 


Bazen ofiste o kadar çok konuştum ki, kişisel terapilerim için bu zamana kadar Başkonsolosumuzun sekreteri arkadaşımın odasına bir kırmızı koltuk almadığım için pişmanım. Neyse ki geçen sene kendisine yılın en iyi Başkonsolos sekreteri Oscarı’ını takdim ederek bu durumu biraz da olsa telafi etmiş sayılırım bence. Keza diğer arkadaşlara da geçen yıl sonu pehlivanlıklarından ötürü altın kemer ve madalya takdimi yaptıktan sonra bu seneki planım yine yıl sonunda Altın Huni ödül töreni yapmak olacak (şakasız). Çünkü bu iş biraz delilik olmadan kesinlikle yapılamıyor. Şaklabanlığın yanı sıra ofisin Çaycı Hüseyin’i olarak her sabah herkesi keyifle kahvelemek de sabah sporu oldu. Bu vesileyle kaç yıllık hatır biriktirdiğimi inanın ben de bilmiyorum. 


Sanmayın ki keyif alıyorum diye bu üç yıl benim için güllük gülistanlık geçti. Bu kardeşiniz stres, strese bağlı duygusal yeme, sürekli uyuma ve dolayısıyla aşırı hareketsizlik sebebiyle yüksek kolestrollerle gezerken bir de tansiyon ilacı almaya başladı. Zaten ameliyat sonrası tam düzelmeyen sağ dizimin yanı sıra sol dizimin de cortlamasıyla bana bu sefer iki bacaktan da ameliyat işi çıktığını saymıyorum bile. 


Sonra dönüp bakıyorum, yetişkinlik böyle bir şey diyorum kendi kendime. Kimse pembe gözlüklerle, kristal fanuslarda, şatolarında mükemmel hayatlar yaşamıyor, senin hayatla sınamaman da böyle diyorum. İş olsun, sağlık olsun, bunlarla ilgili savaşımız hayatta her zaman devam edebilir, yeter ki sağlam duralım. Bu zaman zarfında gelen bir düzine cenaze haberi hep hayatın kısalığını ve gurbette olmanın zorluğunu vurdu yüzüme. Yeri geldi şehir şehir misafir gezdirirken yoğun bakımdan cenaze haberi gelir diye arabada Türkiye’ye gitmek için hazır bekleyen çantayla da gezdim, yeri geldi uzaktayken aldığım vefat haberleriyle gecelerce uykusuz da kaldım. 


Arabanın bir parçası evin önünde durduk yere çalındı diye sigortayla da uğraştık, mutfak gideri tıkanınca tesisatçı arayıp bütün apartmanı kat kat gezerek “Ay lütfen mutfak musluğunu birkaç saat kullanmayın sivuple” de dedik, kaza da yaptık, bir trafik kazası sonrası bir hafta komada kalıp sonra hafıza kaybıyla rehabilitasyon merkezinde yatan Fransız bir arkadaşımızı aylarca haftada bilmem kaç kez ziyaret edip her konuşmayı tekrar ve tekrar baştan da yaptık, Olimpiyatların ucundan köşesinden de geçtik, arabayla/trenle/uçakla pek çok seyahat yaptık. Oturup böyle çetele çıkarınca bakıyorum da tüm söylenmelerimin, mutsuzluklarımın arasında aslında fena da zaman geçirmemişim.  


Her ne kadar tüm kalbimle sevemesem de artık bence burası Ereğli ve Ankara’dan sonra üçüncü evim (üzgünüm Budapeşte :O ). Fırsatım olsa aslında başka yerlerde yaşamayı tercih ederim ama yine de buranın dönüp dolaşıp hep geri döneceğim yerlerden biri olduğuna artık eminim. 


Sonuçta, C’est Marseille bébé***!


İmza: Bir Marseille bébé <3



*rabat-joie (Fransızca, sıfat): keyif kaçıran, tatsız kimse


**Açık mavi ve beyaz: Marsilya bayrağının ve Olimpik Marsilya futbol takımının renkleri


***”Bande organisée” adlı şarkıdan bir alıntı, yani “Bura Marsilya dopraaam” :)



6 Kasım 2021 Cumartesi

Bir ağaç gibi köklü ve muazzam.

Marsilya'ya taşınalı üç buçuk hafta oldu. Kendimi zaman zaman düşünürken buluyorum, bir şey eksik gibi. Bir şey eksik tabii, aslında tam beş (5) senedir. 

Beş sene önce temmuz ayında Londra'da geçici görevliydim. Annemle, kardeşimle, sevgilimle akıllı telefonlar sayesinde her an haberleşebiliyordum ama yazları Ereğli'de olan babam o yaz da Ereğli'deydi ve Nokia 1100'ından vazgeçmediği için onu Büyükelçilik'teki telefondan arardım. Neler yaptığımı anlatır, halini hatrını sorardım. Önceki görevlerimde zaten ya Ankara'da ya Ereğli'de birlikte olurlardı, o zaman görüşmek zaten kolaydı.

Bugün fark ettim ki yurt dışındayken babama rapor vermeyi özlemişim. Ona buraları anlatmak, annemle birlikte misafir etmek, iki bira tokuşturmak, anneme, kardeşime anlattıklarımı ona da anlatmak, dertleşmek, akıl almak istiyorum. Belki şimdiye kadar zorla da olsa bir akıllı telefon aldırırdık da kafama estiğince arardım ama bunun mümkün olmadığını tekrar tekrar idrak edince çaresizlik kuyusuna düşüyorum. 

Ne zaman buluşuruz kim bilir, o zaman teknolojiye de gerek kalmaz değil mi? O zamana kadar bu ağaç bana seni hatırlatsın, kim bilir taa nerelere kadar uzanan kökleri ve rengarenk yapraklarıyla muazzam görünen dalları tıpkı sen gibi; herkese yetişen, herkesle iletişim kuran, yapabildiklerinin ve çılgınlıklarının haddi hesabı olmayan sen gibi.



6 Kasım 2020 Cuma

Bir yağmurluk, KOVİD-19 ve geçen 4 yıl


Dört beş yıldır giydiğim bir yağmurluğum var, bu yılın başında fermuarı bozuldu. Aylardır anneme tamir etsin diye verecektim ama bir türlü veremedim, bir kenarda kaldı. Terziye verip yeni bir fermuar diktirmeyi de hiç istemiyordum, orijinalliği bozulacak diye. Geçenlerde anneme bahsedince fermuar başını penseyle hafif sıkıştırırsam düzelebileceğini söyledi. Elime penseyi alıp fermuarı düzeltmeye çalışırken fark ettim ki biz o yağmurluğu annem ve babamla birlikte almıştık. Belki de bunca zaman üçümüzün birlikte benim için yaptığı tek alışverişti. Fermuarı düzeltince sanki maç kazanmışım gibi bir sevinç geldi bana.

Sonra oturup düşündüm, şu dört yıl boyunca en çok bu yıl ihtiyacım vardı babama. Annemin eli bir omzumdayken diğer omzumda da babamın elinin olmasına her şeyden çok ihtiyaç duymuştum. Mevcut koşullarda bir kere Ereğli'ye gidebilmiştik bu yıl, onda da mezarının başında bana akıl vermesini, işaretler vermesini istemiştim. 

Bir yandan da düşündüm, her yer hastalık kaynarken, tansiyonu, kalbi, KOAH'ı olan birini yanımda istemek bencillik miydi? Elbette hayatta olmasını çok isterdik ama onca hastalığı varken acaba bu dönemde uslu durup evde kalır mıydı (çünkü isyankar bir ergendi), hastalanır mıydı ("Bana bi'şey olmaaaz" diyebilirdi), yüreğimiz ağzımızda risk grubunda olduğunu tekrar tekrar anlatmak için tartışır mıydık yoksa annemle birlikte evde sakin sakin takılır, kitap okur, oyalanır mıydı? Her türlü ihtimali canlandırdım gözümde ama keşke canlı canlı tecrübe etseydik, gerekirse dalaşsaydık dövüşseydik evde kalması için be dedim. 

Sonra dedem geldi aklıma, onu da tam 17 Ağustos depreminden birkaç ay önce kaybetmiştik. Ölümün zamanı yok ama iyi ki bu depremi yaşamadı demiştik, o deprem bizi bile mahvetmişti çünkü. Bunu düşününce de iyi ki babam bu süreçle başa çıkmak zorunda kalmadı diyorum. Ya hastalansaydı, ya yoğun bakımda hiç göremeseydik, ya defnederken bile yanında olamasaydık düşünceleri kemiriyor aklımı. Demek ki böyle olmalıydı, onu kaybettikten sonra da görebilmemiz, toprağa verirken yanında olmamız, günlerce mezarlıkta yanında yatmamız gerekiyordu.

Bilemiyorum Altan, bencillik mi, acıdan kahrolmak mı bu? Bir fermuardan nerelere geldim ve geri dönemiyorum. Dört yıldır içinden çıkamadığımız bir kabus gibi, uyanamıyoruz ve sürekli çırpınıyoruz gibi ya da uyanıyoruz ama yanlış evde uyanıyoruz gibi...

16 Kasım 2019 Cumartesi

Moritanya Günlükleri #1


Bugün Moritanya'daki üçüncü günüm. İlk gün akşam saatlerinde geldiğimi düşünürsek aslında ikinci günüm de denebilir. İlk gün havalimanına indiğimizde saat 19.00 civarıydı. Sabah 07.00'den beri ayakta olmanın, Ankara'da bagaj ve pasaport sorunlarıyla debelenmenin ve son uçuşun 7 buçuk saat sürmesinin aptallığıyla uçaktan iner inmez yeri öpecek haldeydim! Büyükelçiliğin rezidansına gelmek, yerleşmek derken uyumak saat 23.30'u buldu. Burada saatlerin 3 saat geri olduğunu da düşünürsek epey bitik haldeydim.

Dün sabahtan kançılaryaya gitmek üzere dışarı çıktım. Çıktığımda gördüğüm manzara beni epey şaşırttı. Buranın Bakanlığın sınıflandırmasına göre F bölgesinde (yani en kötü bölge) olduğunu bilmeme rağmen bu kadarını beklemiyordum. Sağlı sollu bir ya da iki katlı binalar, tabelalarında ne yazdığı çoğunlukla anlaşılmayan dükkanlar, kaldırımsız yol kenarlarında sahipleriyle ilerleyen keçiler (köpek boyutlarında miiinnacııık, çünkü burası çöl olduğu için karton ve kağıtla besleniyorlarmış!), kesilip yolunmuş ve ortalık yerde satılan tavuklar, yol ortasında dilenen insanlar. 3-4 dakikalık yol bile neyle karşı karşıya olduğunu özetliyor aslında.

Geldiğim akşamdan itibaren burası hakkında Büyükelçimiz, eşi ve Büyükelçilik personelinden duyduklarımı ise bugün idrak edebildim. Büyükelçimizin eşiyle birlikte merkezdeki "capital" denen pazara gittik. Bilmiyorum gözünüzde canlandırabilecek miyim ama deniyorum:


Türkiye'de bir cumartesi pazarı hayal edin, ama pazarın bir ucundan diğer ucuna bakarken sağlı sollu pazarcıların tezgah açtığı o yolun, üzerinde sürekli yüründüğü için biraz sertleşmiş, plastik şişeler, ambalaj kağıtları, bilimum çöp ve hatta istiridye kabuklarıyla dolu kirli bir kumsal olduğunu düşünün ve aslında bu kumsal şehrin tam ortası. Sağda solda bir ya da iki katlı binalar, ama iş hanı gibi, katlı otopark gibi, apartman gibi değil yani. Bu kumsalın iki yanında kurulan tezgahlar, çoğunda batik yapılmış kumaşlar, dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş ikinci el kıyafetler (çamaşırdan çoraba kadar ikinci el), ikinci el ders kitapları ve daha birçok şey. Arkadaki binalarda göze çarpan bir iki terzi, dükkanların önünde dikiş makinesinde çalışan adamlar. Yürürken ellerindeki malları satmak isteyen ve yanaşan insanlar, laf atanlar, nereli olduğumuzu soranlar. Bu arada satılan şeylerin çoğu yere serilmiş şiltelerin üzerinde ve satıcılar iki seksen uzanıyor, kimisi şakalaşıyor, kimisi birbirine laf atıyor.


Birbirine paralel giden sokaklardan oluşan pazarın kimisinde boydan boya satılan batikler var. Birinde güzel bir genç kız bizimle çok düzgün bir İngilizceyle konuşuyor. İki batik satıcısı teyzeyle muhabbet ediyoruz, beni Büyükelçinin kızı sanıyor ve evli olup olmadığımı, kocamın nereli olduğunu soruyor. Sanki Türkle evli olmasam beni oğluna alacak mübarek :)



Ara sokaklardan ızgara kokusu geliyor ama pişen kırmızı et mi balık mı seçilmiyor. O sokaklara kafanı uzatınca ufak saclar, üzerinde pişen çeşitli şeyler, etrafında oturmuş gamsız ve halinden memnun insanlar. Bazı sokaklarda ağır idrar kokusu var, kimi yerde taşınacak şeyleri bekleyen eşekler, kimi köşede uzanmış dünyadan habersiz insanlar.

Aktarların olduğu bir sokağa giriyoruz. İçerde türlü otlar, kurutulmuş kabuklar, kimisinde kuru bakladan şehriyeye kadar geniş bir tahıl koleksiyonu. Kutularında cinsel gücü arttırıcı veya prostatı/hemoroidi iyileştirici olduğunu gösteren görseller olan ilaçlar ve takviyeler var. Aktar her yerde aktar gibi kokuyor ama. Birinden birkaç çeşit baharat alıyoruz. Geleneksel tıp yapılan bir yerin tabelasını görüp fotoğraf çekiyoruz, iki adım ilerledikten sonra beyaz bir amca bize neden tabelanın fotoğrafını çektiğimizi soruyor.

Burada fotoğraf çekilmesi çok yadırganıyor gördüğüm kadarıyla. Pazarda makinemi çıkarmaya cesaret edemiyorum ama biraz uzaklaşınca birkaç kare çekmek için "Risk budur," diyorum. Çektiğin kare onların hoşuna gitmeyecek bir kareyse, "Kötü şeyleri çekmesene, daha iyi şeyler çek," diyorlar. Dönüp sorası geliyor insanın, "İyi bir şey var mı ki?"

Küçük çocuklar sokak arasında koşturuyor, bitter çikolata gibi, kel kafalı. Henüz insanlarla göz teması kurmaya cesaret edemiyorum, hep güneş gözlüğü ardından. Ama karar veriyorum, bu bölgeye tekrar gelip burayı ölümsüzleştirmeliyim. Sonuçta dünyada en az ziyaret edilen 10 ülkeden birinde bir daha ne zaman çekim yapabilirsin ki?

Trafik tam bir komedi. Ankara'nın trafiğine laf ettiğime pişman oluyorum. Biraz geniş yollarda (ki onlar da hasbelkader asfaltlı) kavşak kavramı sıfır, herkes kafasına göre takılıyor. Arabalar doğal olarak çok eski ve yıkık dökük. Çoğunun yan aynası yok :) Tüm bu keşmekeşe rağmen insanlar aşırı sakin, korna duyulmayacak kadar az çalınıyor, belki kornalar da çalışmıyordur :)


Pazara girdiğimiz an gözlerim doldu. Böyle bir hayat olamaz dedim, eğer bu da bir çeşit hayatsa biz ne yaşıyoruz ya da bizimki hayatsa bu gördüğümüz ne? Aklın ve mantığının alamadığı, kalbine sığdıramadığın anlar yaşıyorsun, sıkıştıkça sıkışıyorsun. Etrafına dönüp de insanların seninle iletişim kurmasına izin verdiğinde ise meraklılar, belki fotoğraftan hoşlanmıyorlar ama sana soru soruyorlar, mallarımdan alsana diye ısrar ediyorlar. İlginç bir şekilde kalbimin sıkışıklığı insanların bu rahat halini görünce gevşiyor. Ankara'daki amirim bir lafı var "Afrika'ya ya bayılırsın ya da nefret edersin," diye. Ben galiba bayılacağım diyorum.

Burası sadece Nuakşot'un ortasındaki pazar yeri ve bu yaşadıklarım sadece 1 buçuk saatten ibaret. Varın siz bir de şehir dışını, köylerini, hiç imkan olmayan yerleri düşünün. Ben düşünemedim.

#Devam edecek#



6 Kasım 2019 Çarşamba

3 yıl


Bugün bir sürü saçma sapan şey oldu ofiste. Son bir haftadır -hatta daha fazladır- "ya sabır" çektiğim anların haddi hesabı yok. Hafta başından beri trafikte kaç ambulansa denk geldim sayamadım, karşı şeritten gelse bile tıkanıyorum istemsiz. Bu akşamsa anneme gidip oturmuşken televizyonda "Cici Babam" diye bir filme denk geldik, oturduk izledik. Son zamanlarda olur olmaz her şeye gözlerim daha çok dolar oldu. Etrafımdaki şeylere daha çok üzülür hale geldim. Ve daha bunlar gibi sana benzeyen antin kuntin başka huylarımı buldukça "Bak yine babam gibi yaptım/ettim," diyip duruyorum.  Genetik neyim var neyim yoksa kontrol ettirdim son bir ayda, maşallah bütün defolar da çocuğa aktarılmaz ki ama?!

Günler akıyor, bazen aklımda tutmak için çaba sarf ettiğim şeyler bile aklımda kalmazken olur olmaz hep 5 Kasım gecesi geçiyor gözümün önünden bir şekilde. İnsan hatırlamak istemediği bir şeyi nasıl bu kadar detaylı hatırlar? Ve ölen babasını rüyasında göremediği için kendine kızar mı?

Bugün sinirlenip delirdiğim zamanların arasında hayal ettim, son zamanlarda yaşadıklarımı anlatsam bana neler derdi diye. Muhtemelen "Hayat kısa köftehor, bunlara üzülmeye değmez," der, bir çay koyardı, bir de uydurmasyon şarkılarından patlatırdı.

Bu akşam annemin çayını içtim, şükür. Ama ara ara içimden geçmedi değil, birazdan gelir anahtar sesini duyarız diye. 3 yıl geçmiş ve ben hala kendimi inandıramamışım, ne tuhaf.

7 Mayıs 2019 Salı

Bir "kapalı diz ameliyatı" hikayesi




Geçen sene bu saatlerde üstümde sadece bir ameliyat önlüğü, ameliyathane koridorlarında ameliyat sıramın gelmesini bekliyordum. Sedyede düzgün oturamıyordum bile, çünkü sakat dizimi ne dümdüz uzatabiliyordum ne de kırarak rahat bir pozisyona sokabiliyordum. Mezbahada kesilmeyi bekleyen koyunlar gibi yattığım yerde yanımdan geçen çalışanların nerdeyse tamamının gözlerinin içine baktığımı hatırlıyorum göz teması kurabilmek için. Dönüp bakıp küçücük bir tebessüm eden bile ne kadar mutlu etmişti beni. Ameliyatı biten ve odalarına çıkarılan hastalar, temizlenen ameliyathaneler, ameliyathanelere girip çıkan çalışanlar, ameliyathane kapılarından "Postaaa" diye bağıran hemşireler (git gel işlerine bakanlara verilen bir isimdi yanlış anlamadıysam), kanlı yeşil örtüler, dezentektan kokusu, kafalarda çeşitli renk ve desenlerde kepler. Ameliyat olacak olmanın verdiği karın ağrısı ve bir yandan da merakı, ufacık bir iğneden bile tabiri caizse "it" gibi korkmak, anestezinin hangi şeklini alacağımı bilememenin karmaşası ve aneztezi alma konusundaki üstün hayal gücüm beni haftalarca delirtmişken ameliyat neredeyse bir buçuk saatte bitmişti.

İçeri alınmam, ne şekilde aneztezi almak istediğimi konuşmamız (hemen de ikna olmaya meyilliymişim), sırtıma saplanan iğne ve peşinden bacaklarıma yayılan bir sıcaklık ve beton dökülmüşlük hissi, aldığım sakinleştiricinin etkisiyle peşpeşe gelen üç aneztezi uzmanını da acayip sorularla darlamam ve sonuncusunun pes edip sorduğum soruların cevabını bilmediğini söylemesi, ameliyatı yapan ekipten duyduğum parça parça diyaloglar ("tereddüt etme devam et, bastır biraz daha" -yazar burda muhtemelen kemikte tünel açılırken asistana matkabı kendine güvenerek kullanmasını tembihlemektedır) ve sonra doktorlarla aramdaki perdeden uzanan Atatürk imzalı siyah kepiyle gülümseyince gözleri kısılan doktorumun "hadi bakalım hallettik, ama çok zorladı, futbolcu olsan kariyerin bitmiş bak," diyişi. Ameliyathaneye inerken hastabakıcı abinin sorduğu soruya boğazım düğümlendiği için dolu gözlerle bakarken, sedyede bacaklarım tutmaz halde ameliyathane koridorundan "ulan harbiden korktuğum gibi değilmiş, bu ne konfor" düşünceleriyle gülümseyerek çıkmam ve annemle kocamı şoka sokmam tahmini işte bu bir buçuk saatte oldu.

Aneztezinin ektisi geçince bir gecede içilen iki litre su, "hemşire lütfen gelsin ağrı kesici yapsın," diye ağlamam, kalçadan değil de üst bacağımın hemen yanından yapılan iğneye sesimin çıkmamasına şaşıran annem ve "gerçekten çok ağrın olmalı ki şu iğneye gıkın çıkmadı," demesi ise mevzunun pek hatırlanmak istenmeyen kısımları.

İğneden "it" gibi korkan bir insanın, "it"ler yüzünden geçirdiği bir ön çapraz bağ ve menüsküs (tek dikiş -bunu atlamayalım) onarımı ameliyatından (gerçi bir açık kalp ameliyatı değil ama işte) kesitler okudunuz. Mevzunun "it"ler yüzünden meydana geldiği kısmı bir başka blog yazısı konusu olmalı bence, o bir vicdanı mesele zira. Ben bir ameliyatın beni bir yılda nasıl etkilediğinden bahsetmek istiyorum.

Tamamen kendi sarsaklığım yüzünden yaşadığım sakatlığın ikinci bir kez yine kendi sarsaklığımla perçinlenmesiyle kendimi ameliyat masasında bulalı bugün, tam da şu sıralar bir yıl oluyor. Bir hafta yıllık izin alarak 16 Mart'ta çıktığım iş yerimden 6 Ağustos'ta yeniden gidebildim. Sanılanın aksine ameliyat sonrası gerçekten büyük meşakatler gerektiren bir ameliyat geçirdiğimi ben yaşayınca öğrendim. Ameliyata kadar işe yaklaşık 50 gün gidememek, sonrasında tam üç ay raporlu olmak, ilk 50 gün bıçak altına yatmadan bir tedavi bulmaya çalışmak, bulamayınca ameliyat için doktor arayışına girmek, ameliyattan sonra ise kan sulandırıcı iğneler ve fizik tedavi süreçleri artık hatırlamak istemediğim zamanlar oldu benim için. Ben bir de ameliyattan bir hafta sonra 39 derece ateşle tonsilit olmayı ve üstüne üstlük aşırı tertürdiyot aşkımdan ötürü ameliyatlı dizimde tentürdiyot alerjisi geçirmeyi başardım. Ha burada eklemeden geçemem, sakatlandıktan sonra evde otururken ve ameliyattan sonra kilo almanın aksine kilo vermeyi başarmış bir insanım. Ayaklandıktan sonra bu başarıyı sürdürebildim mi peki? Öhömm..

Bu süreç sana ne kattı peki, sadede gel diyenler çıkabilir muhakkak, hemen o noktaya da gelelim. Tembelliğimden, erteleme huyumdan ve benzeri tüm kötü huylarımdan arındım diyebilseydim keşke. Onlar hala bende sağolsunlar! Ama bu evde geçirdiğim dönem hayatımı gözden geçirmeme sebep oldu. Bu işi neden yapıyorum, niye 24 saatimin yarısını bu işe harcıyorum, mutlu muyum gibi sorularla kendimi kemirdim. Kendimce çeşitli çıkarımlar yaptım, ölçtüm, biçtim, etrafıma danıştım ve otuz yaşımda yaşadığım yaklaşık beş aylık süreç hayatımın gerikalanında nasıl bir rota çizmem gerektiğini gösterdi bana. Henüz tam olarak neresinden nasıl başlamam gerektiğini bilemesem de yavaş yavaş o yola girdiğimi hissediyorum.

Vicdanı boyutunu tartışmadan işin "it" boyutuna gelirsek, köpekle başına bir şey geldikten sonra bir daha onlara yanaşamayanların aksine ben köpeklere karşı bir parça takıntılı hale gelmeye başladım. Ayaklandığım zaman mahallenin köpeklerine zaman zaman mama ve su koydum, hatta bu uğurda bir gün bidondan onlara suluk yaparken iki parmağımı yarıp bir parmağımın ucunu da kıtlattım!

Başıma gelenlerden kendimi izole etme değil, daha bilinçli olma dersini çıkardım. Yaşadıklarım elbette çoğu insanın tıbbi açıdan başına gelenlerden çok daha basit ve hafif ama bunun bile bir insanın hayatında neleri değiştirdiğini göstermek istedim. En azından artık daha az panik olarak hastaneye yatabileceğimi biliyorum (Allah korusun ayhh tık tık), çevremdeki hayvanlara temkinli yaklaşmam ve sakin kalmam, korkunca salak saçma şeyler yapmamam gerektiğini, hasta/ameliyatlı yakınlarıma mümkün olduğunca daha çok ulaşmam gerektiğini öğrendim. Ha bir de kan sulandırıcı iğnenin iğnesinin değil ilacının çok pis yaktığını da!

Artık çook ufak da olsa fiziksel kabiliyetlerim kısıtlı olabilir, futbol kariyerim hiç başlamadan bitmiş de olabilir ama bunlar olmadan yoluma devam edemezdim sanırım. Benim yaklaşık bir yıllık süren sınavımın yıl dönümü bugün, başka sınavlarda görüşmek üzere!

6 Kasım 2018 Salı

Anjiyo iğnesi öldürmez!

İki hafta önce en yakın arkadaşlarımdan birinden bir mesaj aldım "Memleketteyiz, babam anjiyo oldu apar topar," diye. Mesajı aldığımda gece yarısıydı, elim ayağıma dolandı. Panik oldum. Daha iki buçuk ay önce bir hafta sonu birlikteydik; saatlerce yüzüyor, bisiklete biniyor, kendi ekmeğini kendi yapıyordu, dipçik gibiydi. Neyse ertesi gün anjiyonun iyi geçtiğini öğrendim, rahatladım. Hem üzüldüm, hem de iyi olduğu için çok sevindim. Arkadaşımla konuştuğum zaman ise bana söylediği şey "İlk duyunca aklıma sen geldin," oldu. Çünkü iki yıldır anjiyo olan herkes için aşırı endişeniyordum, tıpkı Kurban Bayramı'nda hastalandığı için bir anda kendini anjiyo olurken bulan anneannem için yaşadığım korku gibi.
Çünkü anjiyo öldürmüyordu; aksine anjiyo olmaktan kaçınca, iğneden ve hastaneden korkunca, kendini önce evde fenalaşırken, sonra anjiyo iğnesi yerine ambulansta adrenalin iğnesi yerken ve en sonunda ise sevdiklerin fenalık geçirmeden seninle morgda vedalaşmaya çalışırken buluyordun. Merak ediyorum -keşke sorabilsem-, acaba korkundan ötürü tedavi olmaktan kaçmak, seni ikna ederler, ısrar ederler diye bunu ailenle bile paylaşmadan ölmeyi beklemek mi, yoksa -eğer hissedilebiliyor ve görülebiliyorsa- sen toprağın altında yatarken başında evladın "burda yalnız o şimdi, üşüyordur, gidemem," diye mezarlıkta başında feryat edip çırpınırken görmek mi daha kötüdür?
Bir B12 iğnesi yerken bile aynı babam gibi evde çırpınan biri olarak diyorum ki; anjiyo iğnesi öldürmez! Sağlığınızı, özellikle de sevdiklerinizin sağlığını ihmal etmeyin. Benim son iki yılım sağlık kontrollerine birlikte gitmemize rağmen kardiyoloji uzmanının yanına tek giren babama doktorun ne söylediğini ondan dinlemek yerine raporlarına neden kendim bakmadığıma, neden söylediğine körü körüne inandığıma küfrederek geçti.
Beni duyuyorsan sana sesleniyorum, bir iğne uğruna körü körüne gittin be adam! Ve biz tam iki yıldır bir eksiğiz.


6 Kasım 2017 Pazartesi

1 yıl


Önceki gün fotoğraflara bakarken bu kareyi gördüm. Tarihi 6 Kasım 2015. Yanlış hatırlamıyorsam babam o gün Ereğli'den gelmişti, Çağatay'ın yüzündeki somurtmayı görmezden gelirsek bir araya geldiğimiz için mutluymuşuz, yine benim selfie manyaklığım tutmuş, herkese bakın diye ciyaklamışım muhtemelen.

Bu kareden tam 1 yıl sonra, 6 Kasım 2016'da babamı Ereğli'de toprağa verdik. O gün kanserden can çekişsem, kolum bacağım kırık ameliyatlı olsam acısı o gün yaşadığımız kalp acısı kadar olamaz galiba. O mezarın başında ayakta durmaya çalışmak, "Ben de ölsem de yanına koysalar," diye dua etmek hayatımda yaşadığım en büyük acıydı sanırım. Yanımda olsa gözlerini belerte belerte bakar kızardı bana, biliyorum. Ama o acının tarifi yoktu. Günlerce yanına gidip "Ya üşüyorsa, ya yalnız korkuyorsa," diye manyakça şeyler düşünüp yanına sokulup bekliyordum dakikalarca. Aklıma yatmıyordu çünkü, üşürdü orada. Kızım, oğlum, karım yanıma gelmiyor diye üzülürdü. Ölmek demek ya üşümemek, ya yalnız kalmaktan korkmamak demek değilse?

5 Kasım'ı 6 Kasım'a bağlayan geceyi düşününce sanki bir film izliyor gibiyim hala. Hacettepe'nin acil bahçesinde o gece yaşananlar ve sonrası hala film şeridi gibi geçebiliyor gözümün önünden. O acıyla nasıl bunları aklıma kazıdım hiç bilmiyorum. Ve aklıma her bir saniyesi geldiğinde gözümden bir damla yaş iniyor. Sesini unutmamak için O'nu düşünüyorum bazen, konuşmalarını aklımdan geçiriyorum. Herhangi bir durumda nasıl tepki verirdi diye tahmin yürütüyorum, şöyle derdi heralde diye O'nun sesiyle cevap veriyorum kendime. Rüyalarıma hiç girmiyor ama düşündüğüm anda sesi hep kulağımda, şükür.

Hala 28 yaşıma kadar yanımda olduğuna şükrediyorum, "Üzülme, üzüldüğü görse senden çok ağlardı, hem de hıçkıra hıçkıra," diyorum. Ama yine de ölümün her türlüsü acı veriyor, kaybettiğin insan ister uzun yaşasın ister kısa, ister hasta olsun ister sağlıklı, onun artık yanında olamayacağı hissi öyle bir boşluk ki, ben hala bana bir telefon kadar uzakmış gibi hissediyorum.

Ve zamanın göreceli olduğuna en çok da şu günlerde inanıyorum. Gözümü kapattığımda o kabus gece daha dün gibiyken üstünden nasıl 1 yıl geçmiş olabilir? Koskoca 1 yıl! 12 ay. 52 hafta. 365 gün. Ve binlerce saat. İyisiyle kötüsüyle, mutluluğuyla gözyaşıyla 1 koca yıl geçti O'nsuz. Şu 1 yılda yaşananlar mutluluğun da hüznün de, cenazenin de düğünün de, iyinin de kötünün de insan için ve insanın kontrolü dışında gerçekleştiğinin bir örneğiydi bizim için. Ama bütün iyi anlarımda da yanımda yok diye vicdan yaptım, hatta O'nsuz mutlu oluyorum diye utandım ne yalan söyleyeyim. Bir yandan da onu hep yanımda, elini omzumda hissettim.

Şu koca 1 yıldır içime en çok dokunan şey evde fenalaştığında yanında olmamaktı. O gün öğlen Avustralya'daki arkadaşımla Skype'ta konuşmuş, akşama da bir arkadaşıma gitmiştim ve ne olduysa da ben yokken olmuştu. Öğlen ben Skype konuşmamı bitirip odadan çıktığımda salonda pijamalarıyla her zamanki gibi ayaklarını altında toparlamış, kanepede otururken bana bakmıştı. Çok değişik bir bakıştı o, hem muzip, hem sevecen, hem hüzünlü gibi. Nereden bilecektim ki aslında bana veda ettiğini? O bakışın bir veda olduğunu bilsem, hayatta çıkmazdım o gün evden. Hala içimde bir sızı son anlarında yanında olamamış olmak. Bendeki son hatırası bana attığı o muzip, mahsun, hüzünlü, belki biraz da gururlu o bakış...

Huzurla uyu köftehor, seni çok özlüyoruz ama elbet kavuşacağız değil mi?